Veda.

13 Temmuz 2012

Lâl’ciğim,

Bugün anneanneni uğurlayalı tam bir ay oldu. Elim varmıyor, dilime gelmiyor. “Kaybettik” lafı çok ağır geliyor. Sana da bu şekilde izah etti zaten baban -ben söyleyemedim, bakamazdım gözlerine- anneannen cennete gitti dedi.

Sana bunları anlatması o kadar zor ki… Fakat zorluyorum kendimi, hissettiklerimi unutmaktan korkuyorum.

Güç.

2011 Ekim’inden bu yana verdiğimiz mücadelenin sonuna geldik. Babanla benim evlilik yıldönümümüzde, tam 10 sene önce o gün, anneannenin beni uğurlayıp, mutluluk göz yaşları ile uğurladığı o gün, uğurladık O’nu cennete. Evimiz o günkü gibi doldu taştı. Gözyaşları bu sefer mutluluktan akmadı.

Hayat enterasan.

Hiç bırakmadı anneannen hayatı.

Söyleyemedik ona tümörün cinsini, derecesini. “Ne korkulacak kadar kötü, ne de çok iyi” diyebildik.

Laf.

Ama o duyduğumuz tedavileri göreceksin dedik. Hiç düşmedi yüzü, hiç sönmedi gözünün feri. Ne yapılması gerekiyorsa “varım” dedi.

Yok olmaya hazırlanmak için var olmak.

Varlığı kısa sürdü.

O da kavuştu annesine, babasına. Sağlığında öyle demiş dedene biliyor musun? “Beni nereden aldıysan oraya teslim et” demiş. En huzur bulduğu yere, Beypazarı’na anne-babasının yanına götürdük anneanneni.

Kocaman bir boşluk içimizde. Hayat sanki o günde asılı kaldı.

Ne fırtınalar estirdi içinde hiç bilmiyoruz. Bir akşam iş dönüşünde anneannenin odasına girmiştim… Sırtı kapıya dönük uyuyordu. Öpmek istedim Çok yavaşça, eğildim ve öptüm. Dudaklarım ıslandı öptüğümde. Meğer gizliden gizliye ağlıyormuş yatağında… O güne kadar hiç anlamadım ağladığını, hiç göstermedi bize.

Öyle güçlü, öyle dik bir kadındı. (Allahım –dı eki kullandığıma inanamıyorum)

O’nu kaybettiğimiz gün tatlım, baban seni evden uzaklaştırmak için Galatasaray Okulları’nın kurasına yazdırmaya götürdü. Evden çıkmadan önce anneannenin yanına gittin, eğilip elini öptün ve O’nu çok sevdiğini söyledin. Uyuduğunu sanıyordun, öyle ıssız, öyle sessiz söyledin. Oysa anneannenin bilinci kapalıydı ve sadece nefes alıp veriyordu. Ama O seni hissetti birtanem. Son güne kadar elini tuttuğumuzda yanıt verdi bize, avucunun içinde eritti kalplerimizi.

Yalnız kaldığım her dakika ağlıyorum. Bazen kontrol edemiyorum ve senin yanında da ağlıyorum. Kızıyorsun bana, gözlerin yaşarınca benim gözlerimden de yaş gelecek gibi oluyor anne diyorsun. Daha ağlayasım geliyor.

Güç yetmez bunu anlatmaya.

Geçtiğimiz gün evdeki kasada birşeyler ararken sana geçen sene doğumgününde hediye ettiği takımı gördüm. Açtım kutusunu. Sen bebekken, anneannenin kucağında sürekli kolyesi ve küpeleriyle oynayıp “anneanne bunlar Lâl’in” derdin. Geçen sene, doğumgününe birkaç gün kala anneannen çaldı kapıyı. Alelacele kutuyu uzattı ve bu sene Lâl’e hediye almadım, bu takımı kuyumcuya götürdüm, temizlettim pırıl pırıl oldu. Bu sene benim hediyem Lâl’in çok sevdiği bu takımlar demişti. Gülmüştüm. Aman anne, daha bu çocuğun okulu var, mezuniyeti var… Ne diye koşa koşa 4 yaşına giren çocuğa bu takımı getirdin diye de hafif çıkışmıştım. Aman kızım gözüm görürken, aklım başımdayken vereyim demişti.

Küçümsüyoruz muyuz bazen?

Kutunun içinde bir de not vardı. Notu hediyeyi aldığım o gün okumuş ve sonra unutmuştum. İfade ettiği yüklü bir bir anlam yoktu o gün belki de.

Geçenlerde tesadüfen karşılaştım hediye kutunla… Notunda anneannen her zamanki gibi “bahar çiçeğim” diye hitap etmiş sana… İlk torun sevgisini sende yaşadım demiş, teşekkür etmiş sana… Eklemiş arkasından: Bu çok sevdiğin takım, bana annemden yadigar, ona çok iyi bak ve kullan. Beni hatırla demiş. Bitirirken de “seni çoooook seviyorum” demiş. Yaramaz bir sevgili gibi.

O bizim sevgilimizdi.

Çok üzgünüm Lâl. Onu yeteri kadar tanıyamadığın, buna zamanımız olmadığı için çok üzgünüm kızım.

Pek fazla sormuyor, sorgulamıyorsun anneannenin yokluğunu. Korktuğum gibi olmadı. Fakat hiç alakasız bir konuşmanın ortasında ani soruların oluyor. Geçen gün yemeğin ortasında “anneannem yoksa ben şimdi kiminle koklaşacağım” diye sordun.

Donuyorum.

O an içimden yemek yediğim tabağı camdan aşağı atmak, masaya vurup, kırmak geliyor mesela. Bu hiddetimi yutkunarak gidermeye çalışıyorum.

Geçenlerde sahile inmiştik… Bir grup insan, balona benzer bir cismi alt kısmından ateşleyerek uçurmaya çalışıyordu. Ben seni uzaklaştırmak istedim, daha sakin bir kenara çekildik. Sürekli sorular sordun, nedir o, neden yakıyorlar, nasıl uçuyor vs vs. Bilmediğimi söyledim… Arkamızda tezgahta bir şeyler satan adam onun dilek balonu olduğunu, insanların dilek tutup, balonu gökyüzüne bıraktıklarını söyledi. Hah dedim içimden neden dileklerimizi Allahtan istemiyoruz. Böyle de bir şey oluyor insana… Sevdiklerini kaybedince Allahın varlığına sığınmak istiyorsun… Ben bunları düşünürken “Anneannem için sağlık istiyorum” diye bağırdın. Ah Lâl’ciğim, yazarken bile kendimi tutamıyorum… Anneannenin olmadığını bildiğin ve anladığın halde hala onun için sağlık isteyebiliyorsun.

Duvara çarpıyorum.

Tezgahtaki adam acımış olsa gerek, yüzüm gözüm seller içinde kalınca bir mendil uzatıverdi. Adama sarılıp anlatmak istedim.

Acılar gerçekten paylaştıkça azalıyor olabilir mi?

.

Unutuyordum…

Anneanneni kaybettiğimiz gün babana geri dönmesini söylediğimde seni dedenlere bırakıp döndü eve. Deden de sağolsun senin şansın kırılmasın diye seni Galatasaray’a aday numarası almaya götürmüş.

Anneanneni toprağa verdikten iki gün sonra telefonda gözünüzaydın diye bağırıyor Nazan.

Kurayı kazanmışsın. 4500 numaralı aday numarası ile 5000 kişide 50 kişinin arasındasın. Üstelik aday numaran iki sefer düşmüş toplardan. İkinci sıradan ve yirminci sıradan okunmuş ismin. Bilmem kaç milyonda bir olasılık dahilinde sen artık Galatasaray’sın. Büyüdüğünde bu olasılık hesabını yaparsın değil mi? Annenin kafası hiç almadı bu hesapları.

Şansın bol, okulun hayırlı olsun. Şimdi biz babanla hayıflanıyoruz, biz de Fransızca kursuna gidelim, kim öğretecek bu çocuğa diyoruz? Sanki benim annem-babam ingilizce bilip de bana tense’leri anlatıyorlardı.

Gülmek de acımıza dahil.

Yine geçenlerde anneannenin hobi odasını kurcalarken kalınca bir defter buldum. Sene 1997. Anneannen İngilizce kursuna gidiyordu, defteri bulunca hatırladım. Tek tek okudum sayfalarını… Fill in the blanks çalışmışlar mesela ; ) Neredeyse hepsi doğru. Bazı kelimelerin yanlarına okunuşlarını yazmış, dili dönmemiş herhalde. “Twice (tivays)” diye notlar var. Saklıyorum senin için. İleride benim Franszıca defterimle anneannenin İngilizce defterini birleştirir anlatırsın çocuklarına ; )

Melek’imizi kaybedeli bir ay oldu. Kendimi hep mırıldanırken buluyorum. "Ya her şeyim ya hiçim, Sorma dünyam ne biçim, Bir kördüğüm ki içim, Çözdükçe dolaşıyor."

Ama aslında teşhisin koyulduğu gün mü kaybetmiştik birbirimizi? O günden beri ne kadar sahici olabildik birbirimize?

Sorgulamaktan alamıyorum kendimi.

Hayat bize zor bir seçim dayattı.

Son günlerinde –sona yaklaştığını hissetmek nasıl bir sancıydı- artık acı çekmeden, huzurla gitmesi için dua ediyorsun, oysa ki daha birkaç gün öncesine kadar bizimle kalması için sabahlara kadar dua ettiğimizi unutmuştuk. Kalması için yalvarırken, artık gitmesi için dayanılmaz bir arzu duymak. Hayat bizi bu eşikten de geçirdi.

Anneanneni hep yaşatacağız canım benim. O’nu anarak, bıraktığı değerleri koruyup, sizlere aktararak.

Sen bahar çiçeği, renklerini göndermeye devam et O’na.

Her yaz akşamı yazlıkta koşarak yetiştiğiniz gün batımında -ve hep sizi dondurma yerken yakaladığım - o artık Melek’siz bankta yanına oturup “Lâl’ciğim gün battı, güneşten gelen cooos sesini duyuyor musun?” diye kikirdeyerek soracak sana.

Hayatta gülmek de var bir tanem.

Melek Anneannen hep yanımızda olacak.

Read more...