Ü Ç

29 Nisan 2010

Bu sene farklı olsun istedik.
Dağ, bayır, çayır, çimen, yayla, şelale vurduk kendimizi yollara…

Tüm doğa terimlerine aşinaydı da şelale lafı biraz kafasını karıştırdı. Sezen’in de pek güzel buyurduğı gibi “gece çok genç, arzular şelale… olsak teyyare” diye açıklamak vardı ya… kar sularının eriyip yüksekten akması gibi basit bir anlatımla coğrafya bilgilerimizi pekiştirdikten sonra vardık Güzeldere’ye.


Şelaleye inişimiz kikirik kikirik olsa da geride bıraktığımız yolu nasıl tırmanacağımız düşündürmeye başlamıştı ki…

O dar ve basamak araları neredeyse bir metre olan, pek de sağlam görünmeyen basamaklarla karşılaştık yolun yarısında. Başta benim ve kanka kuzenin o basamaklardan Lâl’i indirebileceğimize ilişkin baba kişisini ikna çabalarımız olduysa da sonrasında kucağımızda Lâl’le oraya inemeyeceğimize kanaat getirdik.

Basamaklarda durup dönenleri beklerken, daha hızlı büyüyüp buraları tırmanabilmesi için bolca süt-peynir ve türevleri yemesi gerektiği konusunda kalıplaşmış cümleler kurarken yakaladım kendimi.

Boşver dedim sonrasında, bugün onun günü… Yediğiyle de yemediğiyle de…. Gün bizimdir dedik, kikirdemeye devam ettik :-)




Bu seneki pasta konseptimizde orijinaldi, hatta retro bile denebilir :-) Bizim dışımızda turla trekkinge gelen bir minibüs dolusu insanla “iyi ki doğdun ayşe lal” diye haykırdık dağlara… Duysunlar ve her bahar çağırsınlar diye…


Bu senenin süpriz hediyesi ise pembe bisikletiydi hiç kuşkusuz. Her parka çıktığımızda bisiklete binen kendinden büyük çocukların arkasından ağzı sulanarak bakan bücür babasının yoğun araştırmaları sonunda kavuştu bisikletine. İlk günden o talihsiz kazayı da yaşamasaydık iyiydi ama hep savunurum bir nusibet, bin nasihat felsefesi her zaman işe yaramıştır… yaradı da…
 
 
İkinci günümüzde ise çoktandır gitmediğimiz Abant Gölüne gittik. Keşke ilk gördüğüm zamanki etkisi kalsaymış aklımızda… Bir kare fotoğraf çekmeden gölün etrafında bir tur atıp kurtardık kendimizi iş makinalarının arasından. Ruhumuza ve midemize şenlik bir mekanda günü noktaladık.



Baktığın pencerelerin hep aydınlık olması dileğimle...


Ü Ç Ü N C Ü   Y A Ş I N   K U T L U   O L S U N!

Read more...

3'e 1 kala

22 Nisan 2010

Canım kızım,
Geçen gün yanaklarını avuçlarının arasına alıp [Anne ben yaşlanıyor muyum?] diye sormuştun ya…

Nereden çıkardıysan bunu!

Hayır canımın içi.

O gün de söylediğim gibi sen yaşlanmıyorsun.

Yaş alıyorsun.

Akıp giden zamandan bir yaş daha alıyor, sepetine dolduruyorsun.

Sepetindeki yılların sayısına göre değerlendirme hayatı e mi? Önemli olan sepetindeki yılların sayısı değil sepetinin ağırlığı olacak.

Ve sen bu sepette iyilikleri, güzellikleri, kendinle barışık olmayı, mutlu olmayı, merhametli bir yüreğe sahip olmayı, hatalarının da arkasında durabilmeyi, cesur olmayı, hayallerinin peşinde olmayı, muzipliğini, sorumluluk sahibi olmayı ama en önemlisi seni sen yapan tüm değerlerini taşıyor olacaksın.

Dolu dolu yaşayacağın, umut dolu günlere bakacağın mutlu ömürler diliyorum sana.

İleride yetişkin bir kız olacağın günde bile; elimi sıkıca kavrayan minicik ellerin hep minik kalacaklar avuçlarımda.

Seni seviyorum.
Annen

Read more...

Vıııızzzz

19 Nisan 2010

Yeni yetme bir aşığın haftasonunda şehir dışından gelecek sevgilisi ile hafta sonunu planlaması gibi…. daha hafta başından hafta sonunu planlıyorum.

Cuma akşamı erken yatarız, sabah erken kalkarız. Hemen giyinip sahile ineriz, kahvaltı yaparız…
Sahildeki parka gider, [daha hızlı salla anne] çığlıkları ve anneliğimin frenlediği [en hızlı bu kadar oluyor lal’ciğim] telkinleri sonrasında muhtemelen günün en kaprisli saatlerini yaşarız.

Dönüşte meydandaki kuşlara yem veririz. Kanatlarının esintisini yüzümüzde hissedip kahkahalar atarız.
Öğlen yemeği saatinde eve gelip, birşeyler atıştırıp banyo yaparız.
Hafif bir müzik eşliğinde biraz dinlenip saç dipleri kuruyana kadar bekleriz.

Sonra doğru yatağa. “The cat in the hat comes back” orijinal isimli kitabımızı efsane bir tercüme ile türkçeye çevirip milyon defa uyuyana kadar okuruz. Uyuttuktan sonra biraz işlerimi hallederim, 23 nisan’da nereye nasıl gideceğimizi planlar, maillerime bakar, birkaç blog okuduktan sonra bir dergiyi alıp uzanırım.
Biraz miskinlik sonrası tam da gözüm kapanacakken [annnneee hemen yanıma gelmelisin] seslenişiyle uyanıp benim için de muhtemelen günün en hayıflı dakikalarını yaşarım.

Meyve-kek gibi atıştırmalıklarımızı yedikten sonra uzun zamandır beklettiğim döşemeciyle görüşmeye giderim, kumaş seçerim.
Yemek öncesi yavrukuş Saner’e gideriz, beraber yemek yeriz. Ne kadar büyüdüğüne şaşırıp, gözlerini biraz daha açık tutması için oyunlar yaparız.
Yemek sonrası için babamızla buluşup babanneye geçmiş olsuna gideriz.
Günün sonunda yorgunluktan arabada uyuyakalan küçük hanımı itinayla yerine yatırıp, gün içindeki bombalarını babasına anlatırım.
Güzel bir dvd seçip kendimi koltuğa bırakırım…

Peki bu planın neresindeyiz biz hâlâ?

Parkta daha hızlı sallamadım diye olay çıktığından yana mı kullanırsınız tahmininizi?
Kuş kanatlarından mı huzursuz olmuştur?
Veya gözüne sabun köpüğü mü kaçmıştır?

Cuma gecesi 03:30 civarında uyanıp, bir daha uyumak istememe kısmında takıldık biz.

Oyun oynamak istedi, süt içmek istedi, çişi geldi, sırtı kaşındı, pijamalarını çıkarıp yazlık eteğini giymek istedi. Eteğini giymesine müsade etmeyeceğimi düşünüp eteğiyle beraber yanında kilotlu çorap da getirdiği için kabul edilebilir bir davranış olduğu konusunda kendince cümleler kurdu, tekrar süt içmek istedi, camdan dışarı bakmak istedi, balkona çıkıp hava almak istedi, masal anlatmamı istedi, masalı beğenmedi kitap getirdi, sırtını kaşıttı, ayağını kaşıttı, kollarını kaşıttı, saçlarını kaşıttı….

Sabah saat 06:00 oldu, uyudu. 07:30’da tekrar uyandı.

Ve koca bir gün vızıldadı.



Read more...

Armut- dip ilişkisi

16 Nisan 2010

Kolay değildir benim kapılarımı açmam. Soğuk bir insan değilimdir ama sıcakkanlı da sayılmam. Karizma kaygısı taşıdığımdan değil elbet… Burcumun en belirgin özelliği belki de… Astronomiyle ilgim kendi burcumun özelliklerini bilecek kadar ama hiç kendime dönük nedenlerini merak etmedim bu duruşumun.
Gel gör ki toca kişisi de bir o kadar dışa dönük. Tencereyle kapak mı dersiniz, birbirinizi dengelemişsiniz mi dersiniz bilemem?

Ama armudun dibine düştüğünün resmi budur derim.


Şimdilerde ben küçük hanımın parkta oynamak istediği yaşdaşlarının annelerinin yanına gidip, müsaade isteyip, elele tutuşup bağıra bağıra kutu kutu pense oynuyorum. Karşımızda tıs tıs gülen toca kişisine göz kırpıyorum ;-)

Read more...

İlk karşılaşma

12 Nisan 2010

İkinci günün akşamı babasıyla geldi hastaneye. Spor kıyafetinin üzerine yarım toplanmış saçları ve omuzlarına dökülen bukleleriyle ben artık abla oldum edalarıyla girdi hastane kapısından. Ablalığı bilirmişcesine… Başta hemen odaya almadık, oyalamaya çalıştık aşağıda, ne ile karşılaşacağını tekrar tekrar pekiştirmek istedik belki de….

[Sen nereye geldin lal’cim, kimi görmek için geldin?] sorularımızın hafif kaçtığını düşünmüş olmalı ki cevabı [saney neyde, ben çok özledim onu] oldu.

Kimbilir kaçıncı şaşkınlığını yaşayan ebevyenler olarak biz birbirimize şaşkın şakın bakaduralım bizim bücürük çoktan bankoda görevli bayanın yanına giderek [saney neyde, göremedim ben onu] diye hesap sormaktaydı.

Saner’in kim olduğunu bir de kadıncağıza beyan ettikten sonra odaya çıktık. Koridora girer girmez sanki hep oradaymış gibi, bilir gibi doğru kapıya gitti ve durdu önünde. [İşte buydaymış Saney] diye haykırdı ve içeri girebilmek için sabırsız ama bir bakışla onay alarak telaşlı telaşlı girdi içeriye. Yatağının başına gitti, iki elini beline dayadı... bebeğin yatağı boyunca bir baş tarafından bir ayak tarafından bir kaç tur attıktan sonra etrafında koşar adım teyzesinin dizinde bitti. [Bebek çıktı mı teyze? Aytık beni kucağına alabilecek misin? Çişimi sen yaptıyabiliy misin?] gibi aylardır unuttuğu ve özlemini duyduğu beklentilerini sıraladı arka arkaya. Teyzesiyle konuşması bittikten sonra da serkan’ın eline yapışıp [hadi şeykancım senlen biyas geselim] diyerek uzun koridorda gözden kayboldu.

Elinde kamera, fotoğraf makinası ve bebeğin Lâl’e getirdiği hediye ile o ilk anı görüntüleyebilme çabasına giren anne-baba olarak alay mevzu olsak da; ilk karşılaşmanın bu kadar doğal ve sanki saner hep bizimleymiş gibi algılanmış olmasından bahtiyar; doğru yolda olmanın verdiği kabarmış kanatlarımızın hafifliğinde ayrıldık hastaneden.

Read more...

Hoş geldin Saner

3 Nisan 2010

Anne mi olacağım ben şimdi dedi...
ve boncuk gözlerinde aylardır beklettiği o nemli bakışı ameliyathane kapısında gözlerime bıraktı gitti...

Hiç beklenmedik aydınlık bir sabahta, eteklerimizi tutuşturan bir haberle bebeğimiz ben hazırım ve geliyorum dedi.

Pamuğumuza kavuştuk.




























3.200 gr ağırlığında ve 48.5 cm'lik endamıyla bir miniğin etrafındaki pervaneleriz şimdi...

Ailemize hoş geldin Saner.

Not: fotoğraflar sevgili Ayça'dan. Sonsuz teşekkürlerimizle...

Read more...