Her yara kabuk bağlar mı?

30 Temmuz 2008

Dün akşam Lâl’i uyuturken yanına uzanıp izledim. Bir müddet debelendikten sonra yüzüstü, kurbağa gibi uyuyakaldı. Perçemleri alnına dökülmüş, üst dudağı alt dudağını hapsetmiş, ellerinin üzeri gamze gamze... Sonra gözüm dirseğine takıldı. Yaralanmış ve kabuk bile bağlamış. Ne zaman düştü de ilk dirsek yarasını aldı acaba? Ben neden yanında değildim? Düştüğünde yanında olsaydım, tutup kaldırsaydım… “acıdı mı annecim?” diye sorsaydım. Sonra ona düşmemesi için acele etmeden yürümesi gerektiğini anlatsaydım.
Biliyorum bunları şimdi ben yapmıyorsam da anneannesi yapıyor. Hem de en az benim kadar itinalı, en az benim kadar sabırlı. Ama teselli etmiyor işte. Onun dirsekleri yaralanıp kabuk bağlarken, benim gönlüm yaralanıyor.

Read more...

Zor günler ve zor bir gece…

28 Temmuz 2008

Hayatımızda her zaman kahkahalar, gülücükler olmuyor tabii. Zor bir haftayı geride bıraktık. Sıkıntılarımızı Lâl’e hissettirmeme gayretimiz ne kadar başarılı oldu, onun dünyasında sıkıntılarımızı ne ölçüde bertaraf edebildik bilmiyorum? Neyse ki Pazar sabahı Amerika’da yaşan arkadaşlarımızın uzun süre sonra ziyaret için Türkiye’ye gelip brunch organizasyonu yapmaları hepimizin havasını bir ölçüde değiştirdi. Kayra ve Gülseren’in dünya tatlısı oğlu Alperen, peri kızı Sude’siyle harika bir Pazar sabahı geçirdik. Yaşları 12 günle-3 yaş arasında değişen onlarca çocuk ve bebekle Lâl de sosyalleşme bayramı yaşadı. Çimlerin üstünde koşturdular, oyuncak kapların içinde yemek yapıp birbirlerine ikram ettiler, balonlarla oynadılar, oyuncaklarını değiş-tokuş yapmayı öğrendiler vs vs. Buraya kadar her şey iyiyken telefonumun çalmasıyla küçük bir kriz yaşadım.Arayan yardımcımız Gül’dü. “Özür dilirem sizden, bir şey konuşmak istirem” derken konuşmanın nereye varacağını çoktan anlamış, aklımda cevapları hazırlamaya başlamıştım bile. Dinliyorum Gül dedim. Tekrar etti, “özür dilirem, ben Lâl’i çok sevirem, ben iş görüşü yaptı, ayda bin dolır veriyirler bana. Ben bu akşam gelip evden eşyalarımı toplamak istirem, yarın yeni işime başlırem” falan derken içimde uyumakta olan canavarı dürtüklemiş bulundu. Başladım höykürmeye tabii. Kendime hakim olabilmem ne mümkün? Elbette iş bulduysan gidersin, gidene kal demeyiz ama yarın işe falan başlayamazsın, ben yeni birini bulana kadar hiç biryerde başlayamazsın falan diye bağırırken sinirle telefonu kapattım suratına. Hakim olamadım kendime. Bunca zaman çocuğunu emanet et, evini aç, gak dediği önünde, guk dediği emrinde bir çalışma ortamı ver, karşılığına bak. Ben bu akşam eşya toplayıp gidiremmiş? Neyse biraz sakinleşince karar verdim ki zaten o akşam gitmesi en iyisi, neticede canımı emanet ediyorum ona. Nasıl tutarım ki zorla çözüm bulana kadar. Lâl bu haftayı anneannesiyle geçirecek. Akşama da bir kaç kişiyle görüşeceğim. Herşeyin üstesinden geleceğiz elbet.

Dün akşam Lâl’i uyuttuktan sonra terasta bir bardak çay eşliğinde geçtiğimiz günlerin değerlendirmesini yapıp, bir taraftan da Gül’ün gamsızlığına kafa yorarken bağrış çağırış TV’den gelen sesleri duyunca içeri geçtim. O korkunç patlama sahnesi... can pazarı... çok etkilendim, sabaha kadar uyuyamadım. Kafamın içini karıncalar istila etmiş gibiydi, vızır vızır vızır....
Gün ağarıyordu saatime baktım, uyanmama zaten 1 saatten az kalmış. Sabah nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde ofise geliyorum, ilk iş gazeteyi açmak. Korkunç haber başlıkları: Ondan geriye bu fotoğraf kaldı(3 yaşında bir kız çocuğu), ölüm onu balkonda yakaladı, yaralı bir annenin sedye üstünde kızını kaybetmemek için can havliyle sımsıkı evladına sarılması... Sabahtan beri inceden inceye ağlıyorum ofiste. Sabahtan beri şükrediyorum. Sanki bizim başımıza gelmedi de onların başına geldi allahım sana müteşekkirim der gibi hissettiriyor şükretmek bile. Dualarımı, şükürlerimi bile sindiremiyorum içime. Daha fazla da yazamıyorum...

Read more...

Yaşasın yemek yemek!

24 Temmuz 2008



Tü tü tü tüüü maşallah, heyyooo, yuuuppiii hatta
daba daba diuuu : )

Ne kadar mutlu olduğum başlıktan belli oluyor değil mi? Nihayet Lâl’in iştahı açıldı, bugünleri de gördüm. Üç gündür her öğünü burun kıvırmadan, saldırırcasına yiyor, öğün aralarında meyve, yoğurt, muhallebisini itirazsız yiyor, hatta normal öğünle ara öğün arasına bir ara öğün daha sıkıştırıp mamaa mamaaa diye buzdolabını tokatlıyor.

Son doktor randevumuzda doktorumuz Alper Bey’e gözlerim dolu dolu isyan edercesine neden yediremediğimizi yine sormuştum. Önceki aya göre sadece 80 gr. almıştı. Doktorumuz Alper Bey iki ay önce de sadece 20 gr. aldığını hatırlattı teselli baabında. Lâl’in diş yapısının yaşıtlarına göre çok ileride olduğunu ve azıları çıktı diye iştahının azılmış olabileceğini, hatta bu ay yürümeye başladı diye kilo kaybeden bebekler bile olabileceğini söylerek beni ikna etmeye çalıştı ama ı ıhh. Ben de okuyup, araştırıyorum dimi? Persentil eğrisi denilen birşey var. Bizim çan eğrisi hep aşağı bakıyor. Vize-final sonuçlarındaki gibi curve’de yapılamıyor ki gerçek hayatta. Ortalamayı yükselten iştahlı bebeklere de kızıp, söylenemiyoruz : ) (maşallah diyelim onlara da buradan!) Sonra takip ettiğim bloglar var, arkadaşlarımın çocukları var, anneanne-babaanne var dimi danışıp, fikir alabileceğimiz. Her tecrübeye, her araştırmaya göre Lâl çok zayıf bir çocuk işte. Sebeplerle ilgilenen kim ki şu saatten sonra? Sonuç bu işte!

Amaaaaa bizim artık iştah açıcı bir şurubumuz var. Minadex ve balık yağının fayda etmediğini gören Alper Bey son olarak Prakten önerdi. İyi ki de önerdi. Bir tabak makarna ve yanındaki köfteyi ağzına tıka tıka yediğini gördükçe zevkten dört köşe oluyorum. Bir kase muhallebi yetmeyip, maaam maaaam diye ağlamasından sevinç çığlıkları atıyorum. Ninanaay ninanaaay mutfağa koşuyorum. Lâl yiyor, ben doyuyorum.

Read more...

Lâl’ce

22 Temmuz 2008

A a a aaaaaa: üç kısa, bir uzun a'dan oluşan şaşırma efekti

Aj:

Attııı: attım

Atttıım: aşkım

Attaa: bu pek tek başına kullanılan bir kelime değil. Datça ve Bayramoğlu'nda geçirdiği özgür günlerinden sonra evde sokak kapısına gidip "aj attaa" diyor. Yani aç şu kapıyı da gidelim : )

Aydede: aydede

avaaa abaaa ba: Avantajın varsa avantajın var - Bir gün Lâl yanımdayken tesadüfen cüzdanımdan avantaj kartı çıkarınca melodisiyle reklam müziğini mırıldanmaya başladı. Şok oldum!

Aaayyyyı: hayır

Baba: baba

Dede: dede

Hanne: anne

Ka: karınca

Kak: kalk - kucağımızda veya mama sandalyesinde oturuyorsa, kaldırın beni anlamında.

Mam: mama

Mam: su – katı/sıvı her türlü yiyecek ve içeceğe mam diyor. Çözmesi size kalmış.

Meeöö: kedi/köpek/ördek/kuş sesi. Aslında başlarda ördeği gak diye taklit ediyordu ama son günlerde tüm hayvanları meeeöö diye seslendiriyor.

Nannane: anneanne

Pissstt: abla. Kulağa çok saçma geliyor değil mi? Yardımcımız Gül Abla ısrarla, defa defa "abla de kızım bana, abla ablaa" diye kendine seslenmesini öğretmeye çalışıyor. ama sonuç "pisssttt" : )

Ya ya ya-ga ga ga-gu gu gu: Ya ya ya-şa şa şa, Ayşe Lâl Ayşe Lâl çok yaşa

Bunların dışında her türlü melodi/müzik sesi taklit ediliyor. Mır mır kendi dilinde birşeyler söylüyor, aynı zamanda poposunu sallayarak dans ediyor. Melodi/müzik kategorisine ezan sesinin de dahil olduğunu belirtmek isterim, ezan okunurken de dans ediyor : )

ellerini kaldırarak gok : yok demek oluyor - Elvan halası tarafından hatırlatıldı : )

Read more...

İstemeye istemeye…

16 Temmuz 2008

1998’de ilk köpeğim Rott’u kaybettikten sonra sanıyordum ki onun üzerine bir daha köpek sevemem, bakamam. Ama 2002’de ofiste bir arkadaşım, tanıdıklarının hamile olduğunu ve doğum yaklaştığı için cocker cinsi köpeklerini mecburen veterinerine bırakacaklarını ama bakmak isteyen birini bulurlarsa o kişiye verip ev ortamında bulunmasını istediklerini anlatırken “acaba” diye düşündüm. Daha cocker cinsi nasıl bir cinstir onu bile bilmiyorken akşamına aile ile randevulaşıp gittim evlerine. Dina – ilk görüşte çok tipsiz göründü gözüme, yeni traş olmuştu ve çok ürkek bakıyordu. Evin 9-10 yaşlarında büyük oğlu da onun en yakın arkadaşını elinden alacağımı düşündüğü için ağlamaklı bakıyordu salondaki köşeden. Çok rahatsız olmuştum. Hem iyilik yapmaya çalışıp bir köpeği sokaktan kurtarıyordum, hem de ağlamaklı gözlerle bana bakan, içten içe alma diye yalvaran bir çift bakışa maruz kalıyordum. Anne kararlıydı. Oğluna “biz sana kardeş istiyor musun? diye sorduk. Evet, dedin. Ama kardeş gelirse Dina’yı göndeririz dedik, razı oldun. Şimdi neden? vsvs..” diye konuşurken o küçücük çocuğun duygularını çok çok iyi anlıyordum. O daha kardeşiyle köpeği arasındaki farkın muhakemesini yapacak yaşta değildi ki? O akşam çıktığımda aileye bir şey söylememiş olsam da karar vermiştim aslında. Alacaktım Dina’yı. Ertesi gün gidip aldım, evde kimse yoktu, evin yardımcısı kapıyı açtı, Dina’nın suluğunu, mama kabını ve sevdiği birkaç oyuncağını verdi. Evin oğluna bu ayrılık sahnesini yaşatmamak için dışarı çıkarmışlardı. O günden sonra Dina bizim evin neşesi, hayat kaynağı oldu. Özellikle ben evlendikten sonra babama arkadaş oldu. Babam “bir evden aynı anda 2 kız alınmaz” diyerek itiraz etti Dina’yı almama.

Lâl’e hamile kaldığımda, hiç şüphe etmedim Dina’yla bebeğin anlaşamamasından, Dina’nın onu kıskanmasından. İlk günden itibaren Dina’yı yanıma alıp, karnımda bir bebek olduğunu Dina’yı çok sevdiğimizi, ama bebek gelince Dina’nın kıskanmaması gerektiğini her fırsatta anlattım. Hep dinledi, biliyorum anladı da beni/bizi.

Lâl doğunca da, çok kontrollü olarak herkesin yardımıyla Dina’yı Lâl’e alıştırmaya çalıştık. Lâl biraz hareketlenince hep üstüne üstüne gitti Dina’nın, bıraksak kulağını çekiştirecek, sırtına çıkıp tepinecek. Zavallı Dina’ysa hep ürktü Lâl’den, belki de zarar vermemek için hep geri çekti kendini. Hiç tepki vermedi Lâl’e. Ya da kıskandı içten içe, bilemiyorum?

Bense Lâl’i kendim gibi çok geç yaşlara kadar köpekten korkarak yetişmesi yerine ona hayvan sevgisini öğretebilme şansım olduğu için ne kadar şanslı olduğumu şu dakikaya kadar idrak edememişim. Yeni anladım.

Şimdi ben bunları niye yazıyorum diyorsanız… Hani o küçük çocuk vardı ya, kardeşi olacak diye sevinsin mi, köpeğini alacaklar diye üzülsün mü bilemeyen. İşte bugün ben, o oldum. Bir hafta önce annem sağlık sorunları nedeniyle Dina’ya bakamayacağını ilk sahiplerini bulursak vermek istediğini söyledi telefonda. Bulamıyorsak peki dedim? Sessizlik. Biraz önce tekrar aradı, bir haber var mı diye. Yok… Yine sessizlik…

Bir haftadır Dina’nın eski sahiplerini bulamıyoruz, keşke alabilecek olsalar da o zamanlar küçük bir çocuk, şimdilerde tahminimce delikanlılığa aday olan o çocuğa geri verebilsem Dina’yı. İstemeye istemeye…


Read more...

Tatile giderken…

10 Temmuz 2008

Ayşe Lâl Mobilize!
Telaşlı telaşlı evin kapısını çaldım. Bir gece önceden her şeyi hazırlamış, götürülecekler listesini defalarca kontrol etmiş rağmen hala ihtiyaç duyabileceğim başka bir şey var mı acaba diye kafamda soru baloncukları uçurmakla meşguldüm. Kapıyı yardımcımız Gül açtı. Her akşam Lâl beni Gül’ün kucağında karşılıyorken bugün neden kucağı boş diye düşünmekteydim ki; yere doğru bir karaltı gözüme çarptı. Minik ayaklarının üzerinde dengesini sağlayabilmek için bana doğru yürüyordu. Hacıyatmaz gibi sağa-sola, öne-arkaya sallanarak zafer kazanmış komutan edasıyla gülümsedi. Ben tam kendimi kaybetmiş, çığlık atmak üzereydim ki sadece yutkundum. Heyecanlandırıp yere düşürmek var. Birkaç adımda yürüdü, yapıştı bacaklarıma. Sonra tarafımdan öpücüklere boğuldu. İşte bir tatile çıkış öyküsü böylece başladı.

Yolda…

Aklımızdaki diğer bir soru ise uçakta korkup korkmayacağıydı. Doktorumuzun tavsiyesiyle havalanırken ve inerken biberonla süt verdiğimiz için kulaklarında tıkanma olmadı sanırım. İlk uçuşumuzu sorunsuz halletmiş olduk böylece.

Tatil başladı…

Datça’daki ilk günümüzde, denize gitmek için akşamüzeri olmasını bekledik. Bu esnada evdeki şişme küçük havuzu doldurup Lâl’in suya alışması için pratik yaptık. Buradaki, küçük ifadesi çok önemli. Çünkü bir de büyük ve palmiyeli havuzu var ki, aile fertleri bir olup her gün arabanın tepesinde şişmiş vaziyetteki havuzu biz içeriden camları açarak kafamızı tavana yapıştırıp kollarımızla destekleyerek deniz kenarına indirdik. Tatil sonrası ciddi kol kası yaptık denebilir : )







Lâl Bayramoğlu’na ilk gittiğimiz gündeki gibi ayaklarını bile değmek istemedi suya. Ama öncesinde tarafımdan yaklaşık yarım saat boyunca 50 faktör güneş kremiyle yağlandı. Babası "gün batacak acele et" demese ben bir yarım saat daha kremleyebilirdim herhalde. Ama çok beyaz, peynir gibi… Ödüm patladı güneş dokunacak diye. Kendi çocukluğumda güneşte fazla kalınca geçirdiğim üşüme nöbetlerini hatırladım. Tatil boyunca çılgınca kremledim Lâl’i.






Önceleri cici dedesinin aldığı şezlongda rejisör edasıyla bir müddet süzdü etrafını. Yere inmeyi gözü
kesti ama kumsaldaki taş ve kum ayağını acıttığından sandaletiyle gezdi sürekli. Teyzesinin ve eniştesinin hediye ettiği sandaletlerle, anne-kız bir örnek olduk : )






2.günümüzde Lâl kucağımızda denize girmeyi başardık. Meğer suda bizimle temas etmek istermiş. Boynumuza sıkı sıkıya yapışıp, kendini garantiye alınca çok da kolay girdi denize.

Datça’ya kadar gidip de koyları gezmemek olmaz. Hem koyları gezdik, hem de açıkta Lâl’i simidine oturtmayı başardık. Simidinde ayak gıdıklamaca oynadık.






Deniz kenarında yeni arkadaşlıklar da edindi. Berke’yle birbirlerine cici yaptılar. Yağmur’la meyvalarını paylaştılar. Bir de Melce vardı, onunla da denize taş atarak “attttııı” diye bağırdılar. Denize taş attılar diyince öyle uzaklara falan attıklarını sanmayın, şimdilik sadece ayak parmaklarının hizasına bırakıveriyorlar taşı : )






Nazan halasını İstanbul’a uğurlamak için Marmaris’e de geçtik, maksat bize gezme olsun. Biz Marmaris limanında buz gibi biralarımızı yudumlarken Lâlo da babasıyla Marmaris sokaklarını dolaştı. Fakat evde, bahçede yalın ayak yürümeye alışınca sokaklarda sandaletlerini çıkarmak istemiş. Bir müddet mücadele etmişler giymesi için. Dönüşte de cici babannesi ile dondurmaya boğuldular. Garson amcalardan istediğimiz pipetlerle de orkestra şefliğimizi de yaptı.











Bu karelerde de Datça Belediyesi hafriyat ihalesini alan Lâl’in işini ne kadar ciddiyetle yaptığını görmektesiniz : )







Çek çek nedir ben bu tatilde öğrendim. Lâl’de. Traktörün arkasına oturma düzeni sağlanarak bağlanan bir nevi taşıt : ) Anne-kız lügatımıza yeni bir kelime kattık. Ama işin tuhaf tarafı Lâl’i traktör koltuğuna oturtunca kırk yıllık şöforler gibi direksiyonu sağa sola çevirmeye başlaması oldu. Daha önce nasıl direksiyon tutulur hiç göstermemiştik. Beyni her şeyi nasıl kaydediyor şok olduk bu manzaraya!






Tatil boyunca her şey çok yolunda gitti. Maalesef yaşadığımız tek sıkıntı Lâl’in yemek yememek konusundaki ısrarcılığı oldu. Ben artık Lâl’in bir şeyleri protesto ettiğini düşünmeye başlamıştım.

Son 3 gün sadece domates-salatalık yedi. Cici babannesinin denemediği yemek kalmadı. Çorba, köfte, balık, makarna, pilav, yoğurt, dolma… artık aklımıza ne geliyorsa… Bahçede, avluda, deniz kenarında, kedilere yemek yedirerek, ördeklere ekmek atarak, TV karşısında, havuz kenarında vs vs… Hep itiraz. Çok sevdiği kuru ekmeği bile yemedi. İlla ki domates ver diyor. Son gün midesi iflas etti yediği tüm domatesleri çıkardı artık. İyi ki de çıkarmış, domatesin alerji yaptığını da Selda’dan öğrendikten sonra iyice endişelenmeye başlamıştım.

Genel aktiviteler

Motosiklet denendi, bisiklet selesinde dolaştırıldı, ördeklere ekmek atıldı, atlı karıncalara binildi, kaydıraktan kayıldı, karıncalar alemi keşfedildi, çimlerde oturuldu, pıs pıs diyerek her birimize güneş losyonu sürdü, eve gelince önce dışarıdaki hortumda ayaklarını yıkaması gerektiğini öğrendi, bitkiler keşfedildi, ben bir şey için ikaz ediyorsam “nannaneee” diyerek annannesine serzenişte bulunuldu, cici babannesine çamaşır sepetindekileri asması için yardımcı olundu, dedesini görünce ııın ınnn diyerek arabayla gezmek istediği belirtildi… Ve bu liste uzayıp gidiyor… Büyüyor kızım. Hiç anlamadığımız bir hızla büyüyor…






Tüm tatil resimleri

Read more...