Nane, limon kabuğu...

17 Aralık 2010

Bol limonlu ve ıhlamurlu bir haftayı geride bıraktık.
Kaç gece ateşi yükselince ılık duşa soktuk hatırlamıyorum…
Soran gözleri hiç gitmiyor gözümden ama...
Neden banyo yapıyoruz babaaa ama ben çiş yapmadım ki yatağımaaa…
İlk defa bu kadar ağır atlattık.
Ama atlattık işte
Bin nasihattan kıymetli bir nusibet yaşadık ama sor bakalım şimdi o yazlık elbiseleri giyermiymiş alem atkı ve bereyle dolaşırken.

Yaz gelsin öyle giyelimmiş :-)

Read more...

Babalar ve Kızları v2

1 Aralık 2010

baba: üşüdün mü?
çocuk: hayır üşümedim
baba: üşümüşsündür
çocuk: yooo üşümedim
baba: yalnız mı üşüdün?
çocuk: üşümeeedim
baba: başka kimler üşüdü?
çocuk: üşümüyoooruum
baba: üşümene başka kimler ortak oldu?
çocuk: anneee...

Read more...

Oradaydım.

30 Kasım 2010

Ben hayatımda bir defa olsun o "an"a tanık olabilmeyi çok istedim.
Hayatta önce kendime koyduğum sınırları kaldırıyorum. 
"Ben yapamam"lar yok bundan sonra. "Ben yaparım"lar var.
O gazete haberini de yatak odama aynanın üzerine de astım ki hep hatırlayayım.
Gittim. Gördüm. Hayran kaldım.
Sevgili Ayça, tekrar teşekkürler.  


Fotoğraf: Muammer Yanmaz

Read more...

Babalar ve kızları…

26 Kasım 2010

Çalışan bir anne için, henüz mesai bitmemişken baba kişisinden telefon alıp babanın evde olduğunu ve yemeği hazırlayacağını söylemesi kadar gurur verici bir şey var mı?

Dikkat ederseniz sevgili okur gurur verici dedim, sevindirici demedim. Gurur veriyor çünkü bizim er kişisi de benim büyük oğlum sayılır. Demek evde hayta bir yer fısıtığıyla baş başa akşam yemeğini hazırlayacak kadar kendine güveni gelmiş er kişimizin. Aman ne mutlu ne mutlu bana.
Gişelerde önümden bekleyen otuz iki sıra aracın sonunda sıramı beklemek, hatta bu araçlardan bazılarının kgs'lerinin bitmiş olduğunu kartlarını bipletirken farkedip sıra sıra tüm araçlara elinde biten kartını gösterip bir geçişlik ücreti mukabilinde bir bip dilenmeleri bile bozamaz artık benim moralimi. Beklerim sıramı, kartımı bipletir geçerim... Klasik tıkanma noktalarında yarım debriyaj dur kalk reflekslerimle varırım evime… Kapıyı aşağıdan çalmak ve [kim yoo] sesi ne kadar huzur vericidir benim için… Apartmana girerim… asansörden inen komşumuza iyi akşamlar deme nezaketini bile gösterebiliyorumdur artık. Kaba biri değilim sevgili okur ama nedense akşamları eve hep telaşla ve yetişme kaygısıyla girdiğim için fark etmem etrafımdaki insanları çoğunlukla. Ama bu akşam farklıdır… Evde her şey hazır beni beklemektedir. En önemlisi Lâl’in yanında yardımcımız değil babası vardır ve telaşa hiç mahal yoktur.

Kapıyı aşağıdan çalarım ya yukarı çıktığımda kapı aralık beni beklemektedirler biliyorum. Bizim yer fıstığı kesin kapının arkasına saklanmıştır ve bana [aa ama lâl yok ki, az önce aşağı indi görmedin mi] oyunu oynayacaklar ve bizim bücür daha cümlenin sonunu beklemeden heyecandan kapının arkasında saklandığı yerden çıkıp [buydayııım, şaka yaptım] diye bağıracaktır.

Öyle olmadı işte.

Baba kız beni karşılarında görünce garip bir hareketle diz kapaklarının hizasına eğilirler. Ellerini aşağıdan yukarı yavaş yavaş ve parmak uçları avuç içlerine bakacak şekilde yarım kırılmış, tırnakları pençe gibi yapılmış böğğğğ diye bir ses çıkarırlar. Aynı hareketi tekrar edereler... böğğğğğ!!? O nedir öyle anlayamadım derim. [hayayet olduk biz anne] der bizimki.
Baba kişisi anlar... benim suratım düşer hemen beklemediğim durumlarda… kem küm hık mık biz oyun oynuyorduk da diyiverir. Bizim bücür [hadi babajım hayayetis biz oyunumuza devam edelim] der ve bunu fırsat bilen baba arkasına bakmadan içeri kaçar. Tamam babasının bebeklerle oynamasını beklemiyordum ama bu kadarını da düşünmemiştim.
Neyse dedim, oyunun içeriğini Lâl uyuduktan sonra gözden geçiririz… Bizimkiler arkasını dönmüş koşarcasına pençeleriyle birbirlerine oyun yapıyorlarken mutfağa girdim. Bizim mutfağa bomba atmışlar yahu, sabah bıraktığımda böyle değildi… Tezgahın üzerine  dört farklı tabak çıkarılmış, sanki bir kaşık yemek konmuş, olmamış diğer tabak denenmiş, olmamış diğeri denenmiş… derken dördüncü tabak epey kirli belli onda yemek yeme kararı verilmiş…. Sanırsınız birinci kolorduya yemek verilmiş bizim evde. Tabaklar dizi dizi… Ocağın üzerinde tuz taneleri, pardon tane değil onlar, bir paket tuz boca mı edilmiş nedir? Yine tuz kullanırken yüksek uçuş yapılmış… Lavabonun içinde de yemek tabakları var, hem de içlerinde peçeteleriyle duruyorlar, musluk açılmış üzerine, peçeteler salçalı olduğunu tahmin ettiğim yemek tabağında turuncumsu bir renk almış… Görmemeye çalışıp bir tabak yemek ve tepsi eşliğinde salona giriyorum.

Kanepenin üzerinde mandal sepeti, yanında tavla… Sehpanın üzerinde aktivite örtüsü serili... Örtünün üzerinde kurumuş hamur parçaları, suluboya lekeleri ve makarna taneleri… Masa örtüsü niyetine aktivite örtüsü kullanılmış hey haaat! Tekli koltuğun üzerinde ise şişirilmiş bir can yeleği… yanında çamaşır dolabımdan araklanmış lavanta kesesi… Yere kayıyor gözüm... Seramik bardak altlarım yan yana dizilmiş yerde duruyorlar. Bu sırada Lâl koşarak içeri giriyor, benim seramiklerin üzerinden atlayarak salonun diğer duvarına koşuyor, geri dönüp tekrar atlayarak karşı duvara uçuyor ve bunu en az yirmi defa tekrar ediyor…
Kafamı tülbentle sıktırıp, elim belimde Nevra Serezli modeli bağırmak istiyorum…

Bunca anlamsız obje bir aradayken nasıl bir oyun kurdular acaba çok merak ediyorum sevgili okur.

Mesela gemicilik oynuyor olabilirler. Gemide havuza girdiler, nemli havlularını kamaranın balkonuna astılar, (kamara ve ipte serili çamaşırı mandalla tutturmak biraz iğreti durdu sanki?) Gemide yemek yediler, sonrasında iki el tavla atalım dediler herhalde... Gemi su alıp batmaya başlamış olmalı ki can yeleğini getirmişler. Yerdeki seramik bardak altları da can simidi olsa gerek…

Lavanta kesesini oyunun neresinde kullandıklarını anlayamadım yalnız? Ve bir de bu oyundan hayalet oyununa nasıl geçtiklerini...?

Bu yazı bizim evin delisini resmetmeden bitmez ama dimi? Bitmez, bitemez :)


Evin diğer delisi  günümü adliyede sonlandırmak istemediğim için yayınlanmamaktadır  :-)

Read more...

İlk mürüvvet dedikleri :-)

23 Kasım 2010






Telaşlı bir sevincimiz var demiştim...

Biraz etli pilav
Üzerine kırk kat baklava…
Eskilerdeki gibi etekleri boyalı çarşaflamız yoktu amma
“Oldu da bitti” nidalarını yaydık dört tarafa…

Seni çok seviyoruz Saneriko’m!

Read more...

Mudanya'da...

22 Kasım 2010










Hiç tanımadığınız ama en yakınınızdan hep dinlediğiniz dostlarınız vardır hani.
Bir görüşte zaten hep vardılar dersiniz.
Renk renk, nakış nakış işlediler…

Ne iyi ettik de geldik şehrinize, gülen yüzlerinize…





Read more...

Kısa kısa...

12 Kasım 2010

Son günlerde Prevenştayn denen çizgi karakterin derdine düştük.

Prevenştayn onu öyle yapmıyor anne… Prevenştaynı açalım anne… prevenştayn gibi olmuş mu anne?

Anladık bu bir çizgi film kahramanı ama… üşenmedim kendime görev edindim digiturk çocuk kanallarındaki tüm çizgi filmlerin isimlerini taradım. Yok böyle bir karakter. Ha bir de anlamadım diye fırça da yiyorum… Fırçanın üstüne cilayı da geçtim mi tamamdır [benden ösüy dilemelisin anneee tamam mıığğ] şeklinde…. Çocuk çocuk diyor iç sesim… ben sana penetrasyon testlerini yaptın mı diye sorsam ve üzerine beni anlamadın diye özür diletsem nasıl olurdu ha söyle bana??

Dün disney dergilerinin birine bakıyorken coşkulu bir çığlık attı… [prevenştayn işte bu anne] dedi. Ay dedim şükürler olsun süper kahramanla tanışacağız nihayet…. Efendim Prevenştayn, Little Einstein’mış. Ben sana ne diyeyim çocuk, tırım tırım prevenştayn arattın ya bana…

Son günlerde bir de saçlarına düşkün oldu ki… saçları açık dolaşmalar, durup durup bukleleri kontrol etmeler… saçlarını kestirme işini pek dile getirir olduk bugünlerde ona bağlıyorum ben. Dün beraber aynaya bakarken [üzülme senin de saçların güzel] dedi… yok dedim seninki gibi değil, senin buklelerin var çok güzel seninkiler dedim… sonra nereden geldiyse aklıma “sen annenin en çok nesini seviyorsun?” diye sordum. Bir anda boynuma atladı [canını çok seviyorum canını] :- )

Biz bu bayrama telaşlı bir sevinçle giriyoruz. Giriyoruz dediysem bugün tatile giriyoruz gibi anlaşılmasın, Pazartesi yine ofiste olacağız ama bu sefer Lâl’le geleceğiz. Oyuncaklarını ofise taşıyıp biraz şenlendiresim var burayı. Herkes bayramı cumadan başlatıyorken başka türlüsü çekilir miydi ki? : -)

Telaşlı sevincimiz ne mi? Ne bileyim ben? :- )))

Read more...

Haftasonu ödevi

5 Kasım 2010


MVI_0746
Yükleyen goksencamgoz. - Dünyanın en ünlü yıldızlarını burada izleyin.

Nostalji yapıyorum evet.

Bir sms aldım da, ondan sebep :-)

Sayın Velimiz diye başlıyor sms...

Atatürk haftası kapsamında tüm çocukların Atatürk albümü hazırlaması isteniyor. Bir de not düşülmüş, ödevi siz yapmayın, sadece yardım edin diye :-)

Dönüp dönüp okuyorum mesajı... Sanırsınız sevgilimden akşam için şık bir davet aldım ... Okuyup okuyup kikirdiyorum... Veli? Ben?

Bu haftasonu meşgulüz anlayacağınız.

Mutlu hafta sonları herkese :-)

Read more...

29 Ekim

3 Kasım 2010







Her yerde artık varlıklarını hissettiriyorken
Neden o gün burada göremediğimiz bir grup insanın nerede olduklarını merak ettim...
Bir de “Apo’nun .içleri durduramaz bizleri” diye slogan atan
O caddeli gençliğin askerlikten yırtıp çürüğe çıkmak için ne katakulliler yaptıklarını…
Sahi 31 Ekim sabahı neredeydi bu coşkulu arkadaşlar?

Girme şu konulara gökşen, yazma buraya diyorum da… bazen tutamıyorum kendimi işte…

Mesela bu yazıyı hemen 29 Ekim gecesi yazdığını ve taslak olarak kaydedip yayınlamayı unuttuğunu yaz.
Bitir bu yazıyı.
Basit bir unutkanlık olsun.

Read more...

Mim - One Lovely Blog Award!

2 Kasım 2010


Sevgili Sinem'e ilk "mim" imi yayınlatmasına vesile olduğu için teşekkürler :-)

Ve kurallar...
Kural 1- Ödülü kabul etmek ve ödülü veren kişiyle bloğunuzda bağlantı kurmak.
Kural 2- Ödülü 15 blogcu arkadaş ile paylaşmak, genele bırakmamak.
Kural 3- Seçilen 15 blogcu arkadaş ile iletişim kurmak ve seçilmiş olduklarını bildirmek.

Ödül dağıtımına gelince...
http://senbencem.blogspot.com/
http://annekaleminden.blogspot.com/
http://egemenesas.blogspot.com/
http://aysegulgenciz.blogspot.com/
http://mugesandik.blogspot.com/

Read more...

"Meslekler ve İnsanlar" yazı dizisine ithafen...

26 Ekim 2010

Efendim bu yazı Syrakusa kişisinin şu yazısına ithafen tarafımdan kaleme alınmıştır.

Hikayede adı geçen şahıs tamamen gerçek olup, kurum ve kuruluşlar hayal ürünümdür.

Bir sinemaseverin mesleğini kaleme alacağım bu yazı ancak bu şekilde başlayabilirdi. Efenim, Syra kişisi Bankacı üst kimliğinin altında risk izleme yönetmenidir. Dün akşam tam da gaza gelmiş misilleme harekâtına başlamak üzere laptopımın başına oturmuştum ki şöyle bir kendime baktım. Pijama, terlik, saçlar tepede japone… Olmaz dedim. Adamın mesleğine bak senin kılığına bak, böyle yazamazsın. Plaza kültürü ile özdeş bir kıyafet seçip, numaralı gözlüklerimi de taktım ki, önce kendim inanayım :-)

Syra’ya blogunda mesleğini sorup da risk izleme yönetmeni cevabı aldığımdan beri esas duruşta bekliyorum sevgili okur. Çalışmadığım sayılı banka kaldığını düşünürsek ister misin şimdi bu Syra bir yerden tanıdık çıksın dedim. Yazının sonunda ajansı basıp beni tek ayak üstünde bekletmesindi sakın. Allahtan pozisyon benim ferforjelerle örtüşmedi de bir ohh çektim. Lafı çevirme de konuya gir dediğinizi duyar gibiyim… ben de çok istiyorum ama pozisyon kazık, zaman kazanmaya çalışıyorum farkındaysanız.

Yahu bu “risk gözleme yönetmeni” ne yapar ki?

Eureka! Risk Gözleme diye bir film çekiliyor ve bizim Syra’da bu filmin yönetmeni tabii ki!! Vay vaaay sinemaya olan ilgi buradan geliyor demek. Evet iyi gidiyorsun Gökşen bak biraz düşününce çorap söküğü gibi gelmeye başladı : -) Yönetmenliğini yaptığı bu filmde Syra başrolde de kendisi oynamış. Bankacılık ve Finans sektörünün en sıkıntılı yıllarını yaşadığı geçmiş kriz yıllarında Syra bakmış ki kariyeri risk altında öncelikle yaşadığı apartmanda risk gözetmeni olarak bina yöneticiliğine el atmış. Yönetici diyip geçmeyin, binanın varlıklarını ve bu varlıkların sağlandığı kaynaklarını gösteren mali tabloları tutarmış o günlerde. Aktif, pasif varlıklar, paraya dönüşebilecek değerler, sen-seç’ten kazandığı amortileri (ay pardon amortismanları) bilanço tablosunda tutarmış.

Bu kadarla kalmaz apartman hizmetlisinin kullandığı temizlik ekipmanlarının, mesela viledanın ucundaki püsküllerin kosla oksi ekşiynla biraraya geldiği zaman püsküllerin yıpranma katsayısını hesabeder, gördüğü riskleri kat maliklerine rapor edermiş. Hatta bir defasında binanın dış cephe giydirmesi için anlaşılan taşeron firma ile o taşeron firmada çalışan işçilerin “bitliste beş minareee” türküsünün yanık yanık okuyup beter böceğin uyukusunun bölünmesi riskine karşılık anlaşmayı feshettiği de rivayet edilirmiş.

Günler günleri kovalamış… ve Syra’nın kariyerinde gösterdiği başarı öyküleri dilden dile dolaşmaya başlamış. Syra hatırı sayılır bir bankadan çabalarının karşılığında çok iyi bir teklif alarak bonservis bedeli bina yönetimine ödenmek koşuluyla transfer edilmiş. Syra şimdilerde günlerini çalıştığı bankanın bulunduğu plazada deri koltuğu odanın kapısına ters, plaza camından İstanbul’un puslu havasını izleyerek, bir elinde piposu diğer elinde risk analiz raporları, yatırımcılarının özkaymaklarını inceleyerek geçirmektedir.

Ancak kariyer hayatında parlak günler günler yaşayan Syra aynı istikrarı ev hayatında gösterememiş, sevgili eşinin TV kumandasını ele geçirmekteki entrikalarını ve Beter Böceğinin bilgisayarının usb girişine tıktığı bozuk paraların getirdiği riskleri gözlemleyememiş olmasına rağmen tarafımdan ve eminim ki meslekler ve insanlar yazı dizisine konu olan tüm blog arkadaşlarından forward tabanlı büyük bir övgüyü haketmektedir :- )

Beyzd on e turu sıtori

Read more...

Ben bir ceviz ağacıyım...

21 Ekim 2010

Ne zor şeymiş yahu kreşe karar vermek.


Semtimizde, komşu semtimizde, ofisime yakın civarlarda Ağustos ayından bu yana kreş bakıyoruz.

Biri der ana dil önemli, diğeri der ingilizce şart. Birinde bale varken diğerinde drama var. Kiminde sanat etlinklikleri bina içinde yapılıyorken, diğerinde ek bir binada bildiğin heykeltraş atölyesi formatında. Birinin parkı çok büyükken, diğerinin merdivenleri dar. Biri yeni açılmış mevcut az dolayısıyla hastalık riski düşük ama servisi yok, diğeri sistemi oturtmuş servisi de var ama yarım gün gelene yok. Biri jurassic park kıvamında, bahçede tavşanlar, ördekler, tavuklar…

Ay çığlık aticiiiim.

Geçen haftasonu görüştüğüm bir kreş dilerseniz hemen oyun grubuyla başlayalım dedi. Hadi gökşen dedim sorgulama artık bir yerden başla. Pazartesi başladı. Anannesi dışarıdan kameradan izlemiş. İki saat boyunca kimseyi aramamış, hatta öğlen yemeğini bile orada yemiş. Üstelik tabağında bir pirinç tanesi bile bırakmamış. İkinci gün bir saat sonra annanneyi aramaya başlamış. Yemek yemeden, arkasına bakmadan kaçmış. Hatta ananneye fırça atmış, ben size gelmem, ne zaman gelsem okula getiriyorsun beni diye. Üçüncü gün, yardımcımız Ela ablası götürdü. İlk günkü istakrarında gayet uyumlu geçmiş. Dördüncü gün, okul pedagogu ile de görüşmek üzere biz de gittik. Ancak bizi görmemesi için onun gideceği saatten bir saat önce orada olduk. Görüşme bitti ki baktık henüz gelmemiş. Eyvah yolda bir şey mi oldu acaba diye telefona sarıldık ki meğer Ela ablasına gitmemek için yalvardığı için oldukça geç çıkmışlar. Ben saklandım beni görüp de caymaması için.

Poof ne zor şey… Bizimki içeride tüm öğretmenler seferber hoşuna gidebilecek aktiviteleri, bahçedeki tavukları, köpeği ne varsa önüne serdiler. Yapıştı Ela’nın eteğine. Bir saatin sonunda ısrar etmeme kararı verdik ve sahneye anneye çıktı. Az önce binbir naz niyaz eden çocuk gitti şen şakrak çocuk geri geldi.

Sonuç: bugün götürdüğümüz okuldan servisi olmadığı için vazgeçtik.

Yine başa döndük.

Cem Karaca’mıydı Türkiye’deki eğitim sistemini beğenmeyip çocuğuna evde ders verdiren ve hiç okulla tanıştırmayan zat-ı muhterem? Ben ikinci bir Karaca vakası olacağım sanırım. Kafayı yiyip ben bir ceviz ağacıyım gülhana parkında diye elimde gitar sokaklara atarsam kendimi tam olacak.

edit: Evet Erkin Koray'mış. Ama ben yine de bir ceviz ağacı olmayı tercih ediyorum, zira çöpçüler bu duruma hiç uymadı :-) Ne diye google'a danışmadan yazarsın ki yarım akıllı :-)

Read more...

Bu Pazardan payımıza düşen

19 Ekim 2010





 

Yer fıstığına aktivite...
...anneye de itiraf. 

Yerime koyacağı tek kadın varmış, o şahıs da buymuş.

Read more...

Trafikte her an, sorumlu davran!

12 Ekim 2010

Trafik kurallarını nereden öğrendiğini hatırlayan var mı?
Ehliyet kursundan?
Peki, teoride öğrendiğimiz o kuralları hatırlayan var mı?
Hatta daha ileri giderek sorayım, ehliyetini bileğinin hakkıyla alan var mı?
Hadi diyelim benim gibi bileğinin hakkıyla alan azınlıktansınız…
Peki “bileğin hakkı” kısmının gerçekten hakkını verdiğine inanıyor musunuz bu ülkede?

Birkaç istatistik:

2009 yılı şeker bayramında meydana gelen toplam kaza sayısı 1388, toplam yaralı sayısı 3582.
Son 5 yılda toplam 26 günlük tatil süresince toplam yaralı sayısı 19bin küsur.
Savaş gibi.

Çocukluğumda babam sürücü koltuğunda uzun yol giderken arabada yaptığımız bilgiye dayalı tek oyun illerin plaka numaralarını bilmekten öte geçmezdi.

Ona da öğretmediler ki bize öğretsin adamcağız. Onun için önemli olan tek şey aracının güvenliği idi.

Lastikler kabak mı, silecekler çalışıyor mu yetiyordu herhalde.

Biz çocukluğumuzda trafik kurallarını Bay Yanlışla Doğru Ahmet’ten öğrenen bir kuşağız. Bay Yanlış yaya geçidinden geçmezdi de Doğru Ahmet tüm bilgiçliğiyle müdahele ederdi olaya. Bay Yanlış her çıktığında annemle babamın avaz avaz bizi oyundan koparıp tv karşısına dikmesi bu yüzdendi sanırım. Öğreneceğimiz başka kaynak mı vardı? (Oxford vardı da biz mi okumadık gibi oldu?)

Trafikte sorumluluk bilincini geliştirmekle ilgili son yıllarda çok önemli adımlar atıldığına inanıyorum.

İşte sorumlu vatandaş, güvenli taşıt ve can dostları ayaklarıyla trafik hareketi bu sorumluluk bilincinin geliştirilmesi konularında toplumda farkındalık yaratmayı amaçlıyor. Proje ilk ayağında kapsamındaki ilk 16 ilde gezici etkinlik aracı ile emniyet kemeri simülatörü ile emniyet kemerinin faydalarını yaşayarak görme, psikoteknik cihazı ile sürücü testleri ve sarhoş gözlüğüyle uygulamalı eğitimler gerçekleştirdi.

Şimdi sırada Can Dostları var. "Trafikte Can Güvenliği" konusunda çocukların ve ailelerin farkındalıklarını geliştirmek için illerden belirlenecek ilköğretim okullarının sınıf öğretmenlerine "Trafik ve Güvenli Taşıt" konularında eğitim verilecek ve "Can Dostları Takımları" ile özel etkinlikler yapılacak.

Halâ ve ne yazık ki aracının ön koltuğunda çocuklarının oturmasına müsade eden ebevyenler, araç koltuğu olmadan seyahat edenler ve hatta direksiyon başına oturtulan çocukları gördükçe trafik konusunda ne kadar eğitimsiz olduğumuzu düşündüğüm bu günlerde, trafik hareketi etkinlikleri yitirmek üzere olduğum [bizim insanımız bu konuda eğitilemez] önyargılarımı sildirdi bana.

Şimdi, sayfamı takip eden tüm anne-babalardan da bu konuda proje destek vermelerini rica ediyorum. Projenin reklam filmini çeken Ezel Akay’ın sözleri çok da güzel özetliyor ne demek istediğimi aslında.

“Katılın ve uygulayın! Ne bir üst otoriteye, sultana, diktatöre, başkana, şeyhe, amire, babaya, ağabeye, mahkemeye, hakime, ne de trafik polislerine ihtiyaç duymadan da bu kuralları işletebilirsiniz. Her şey size bağlı, sizin katılımınız, sizin sorumluluğunuz, yolları (dünyayı), güvenli ( ve yaşanabilir) kılmaya yetecektir!”
Projeye destek vermek için bir tık
Bugün trafikte yaşadığınız şaşırtıcı paylaşımlarınız için bir tık
Trafik hareketi Blogunu takip etmek için bir tık
Web sitesinden etkinlikleri takip etmek için bir tık

Bu kadar tık yeter reklam filmini de görelim diyorsanız buyrun aşağıda...

Kaza / The Accident Directed by Ezel Akay
Yükleyen TS_Hareketi. - TV dizilerini ve programlarını online izleyin.

Read more...

Aman doktor ...

11 Ekim 2010

Bir göz dokturu muayenesi bu kadar dramatize edilebilir mi?

O doktor odası; doktora, anneye ve ananneye dar edilebilir mi?

Doktor E harfinin çatalı ne tarafa bakıyor diye sorduğunda [hani bana timsakları gösterecektin] diye o doktora kafa tutulur mu?

Ve sonuçta muaye olmadan çıkılır mı?

Hem de benim de muayenemi de yarım bıraktırarak…

Göz bebeğimi büyütmek için gözüme sıkılacak damla, henüz hemşirenin elindeyken akbaba misali üzerime atlayıp iki eliyle gözlerimi kapatmak suretiyle gözüm dışında her yerime damladı. Mecburen retina odasına alınıp kapıyı üzerimize kilitledik.

Efendim annesine kimse dokunamazmış.

Haa diyorsunuz ki doktora gitmeden alıştırma yapmadınız mı? Anlatmadın mı?

Kriz anında ikna edici çözümler bulmadın mı?

Yarım saat sürebilecek sıradan bir göz muayenesi neden ikibuçuk saat sürdü sanıyorsunuz?

Bense... gözbebeklerimin büyüdüğüyle kaldım.

Elimde nedenini ve nasıl kullanacağımı bilmediğim bir ilaç reçetesi, bir optik reçetesi ve kulağıma çalındı tadında birkaç doktor nasihatı kaldı.

Şimdi ben çalışma masamda aksesuar görevi gören bu göz damlasını nasıl kullanacaktım ki?

Read more...

(B)alık!

6 Ekim 2010

Kitaplıkta bir şeyleri kurcalıyorken...

Lâl: Annejim bakiym bakiym neymiş o?

Anne: Hmm kavanoz gibi bişey…

Lâl: Hayır kafanos deyil. Benim balıklayım vaydı onda anne. Neydeler hıı?

Anne: hmm... evet haklısın lal’cim balıkların vardı sahiden onda… ama biz balıklarını denize bıraktık tekrar, ailesinin yanına gönderdik.

Anne: Lâl: Hayıy denize bırakmadık. Öldü benim balıklayım.

Anne: [Zınk!!!] Ölmek ne demek ki Lal?

Lâl: Ölmek yani çok acıkmak demek.

Anne: Acıkmak mı?! O nerden çıktı?

Lâl: Off anne açlıktan ölüyosun ya sen, onun gibi işte yaaa!

Anne: anladııım!

Read more...

Dört dörtlük pazar

4 Ekim 2010

Salondaki kanepede uzanmıştım.

Sezonun ilk mandalinasını yiyordu o sırada.

Mandalinaın üzerindeki beyaz ipçikleri sabırla temizleyip, mandalinayı burnunun ucuna kadar götürüp şaşı bakacak kadar mandalinanın temizliğinden emin olmadan yemiyordu.

Hoşuma gitti.

Ben hiçbir meyveyi yemek için bu sabrı göstermezdim diye düşündüm içimden.

Bir tutam saçı döküldü yanağına.

Sağ elinin serçe parmağıyla, nazikçe saçını kulağının arkasına attı.

Bu da hoşuma gitti.

İleride, belki bir genç kız olduğunda da bu kadar zarif davranacak mı acaba diye düşündüm içimden.

Zaten benim zaman sorunum var diye düşündüm sonra.

Ya çok geçmişdi düşünülen.

Ya da çok seneler sonrası.

Neden bu anı yaşamıyorsun diye içsesimle konuştum.

Koltuk altımda sallandı.

Bana öyle geliyor olmalıydı.

Aklıma geldiği gibi olmamalıydı.

Ama aklıma geldiği gibiydi.

Onbir sene önce İzmit sınırları içerisinde de yaşamamış mıydım bunu?

Aklıma geldiği gibiydi işte… Ve biz evde yalnızdık.

Koştum yanına.

Vücudunu bana çevirip yüzünü sıkıca karnıma bastırdım… ve bekledim.

Hiçbir şey düşünemedim.

Çok sıkmış olmalıyım.

Geri çekti kendini.

Yüzünü yüzüme doğru kaldırdı.

[Çok mu seviyorsun beni?] dedi.

Çok dedim.

Kalbim pır pır.

Onbir sene önce annemin yattığımız odaya koşması gibi.

Yine geçmişi düşündüm.

Read more...

-cım’lı –cim’li bir ada, Bozcaada

15 Eylül 2010

Her sene gidemediğim için cık cık bu sene de olmadı, seneye muhakkak diye başlayan cümlelerim nihayet buldu.

İki anne, iki baba, iki çocuk adadaydık…

Şartsız fiiller vardı her cümlemizde… ucunda asabiyet yapıp dönmeyeceğimizi bildiğimiz uçsuz bir deniz, liman, bağ evleri vardı…

Bir de tadına doyamadığım(ız) Çamlıbağ'ın kuntra'sı.



Ah bir de samimiyeti görseniz, ela’cım diye başlayan her cümlede… ela’cım kumda oynayalım mı, ela’cım dondurma yiyelim mi… her bir araya geliş ne zaman bu kadar büyüdüklerine şaşırış oluyor anneler için… yine şaştık.

Son gecemizde fırtınanın sesi adadan dönemeyeceğimizi düşündürtse de… içimden diledim mahsur kalabilmeyi. Ne olurdu ki çocukluğumuzun o nadide sorusu realize olsaydı sanki? (Çocukken buna ne cevap veriyordum acaba merak ettim şimdi?)

Issız bir adada yalnız kalsam yanıma almak istediklerim yanımdaydı ya, yeterdi bana… Olmadı ama.

Giderken değil ama dönerken…
İstanbul’a her geri dönüş neden bu şehirde yaşadığımı sorgulatıyor.


Read more...

Ankara'da...

2 Eylül 2010








Hiç üzüntü yaşamasak, mutluluk bu kadar değerli olur muydu sahi?

Read more...

Bir garip mutluluk... Ankara...

27 Ağustos 2010

Bir haftadır bu akşamı bekliyor…

Her sabah uyandığında haftasonu oldu mu diye soruyor.

Haftasonu demek anne evde demek ya…

Ama bu sefer farklı bir haftasonuna giriyoruz…

İlk defa düğün dernek telaşı olmadan, neresini sevdiğimi hala çözemediğim o toprağa gidiyoruz.

Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağışlı Ankara.

Ama olsun, dedim ya seviyorum ben bu şehri.

Dili olsa da bi anlatsa diyorum…

Güne erken başlayıp takacağız omzumuza sırt çantamızı.

Kaleye götüreceğim onu… tarih kokan dar sokaklarına…

Çıkrıkçılar yokuşuna gideriz sonra, pek sever alları morları…

Vitrindeki rüküş kıyatlere bakıp güleriz dimi? Seversin sen rüküşü, büyüyünce sana onlardan mutlaka almamı tembih edersin biliyorum ben.

Yorulunca Çengel Han’da bir mola iyidir, ben karınca batmaz kahvemi içerken sana da büyük bir bardak limonata, ne dersin?

Sonraki gün Tunalı’ya çıkarız. Deden götürürdü bizi küçükken. Kuğulara simit, ekmek verirdik. Üniversite yıllarımda Kuğulu park içinde barındırdığı Kıtır(doğru mu hatırlıyorum acaba?) Pub’dan ötürü uğrak yerimiz olmuştu. Okul servisini kaçırıp, ya da bilerek kaçırmak isteyip, kaç akşam takılmışlığımız vardır orada. Anlatacağım... Hepsini…

Tunalı’ya kadar gidip Tivoli’de bir pizza yeriz artık dimi? Hala duruyor mudur acaba? Tivoli’nin alt katında bir yerde spor salonu mu vardı, dans okulu muydu yoksa emin olamadım. Annenin orada Tango’ya giriş yapmışlığı da vardır. Hani bazen sen müzik duyup da kıpırdanmaya başladığında diyoruz ya, bu kız kime çekti acaba diye. Bana çekmediğini söyleyebiliriz bak, zira ben dans konusunda pek başarılı olamamıştım…

Anıtkabir’i de atlamamak gerekir. Aslanlı yolda yürürüz elele… Savaş arabalarını anlatmaktan yana pek hevesim yok ya… Belki Zafer Bayramı nedeniyle özel bir gösteri olur, ellerimizde bayraklar korteje katılırız belki…

Okuluma da gideriz zaman kalırsa, ister misin? Ben çok isterim biliyor musun? Seninle elele kampüste dolaşmayı çok isterim. Erkan Hoca’ma götürürüm belki seni. Beni Java’dan geçirmesi için nasıl odasının kapısında yattığımı anlatacaktır sana eminim.

Sonra o tepeye gideriz. Göl manzaralı olan tepe.

Hani bizim kızlarla her bunalım dönemimizde, elimizde şarap şişelerimiz ve kadehlerimizle kendimizi gün batımına bıraktığımız, kimi zaman gülmekten kimi zaman kahrımızdan ağladığımız o tepe. Ama hep o şarkı teypte. Bizim kızlar dedim ya sana… sen tanımadın tatlım onları. O günleri orada bıraktık, şimdi aynı şehrin sınırları içinde uzağız birbirimize, o yüzden tanımadın. Ama istersen onları da anlatırım…

Oflarımı ohlara dönüştüren şehir, bu yüzden mi seni sevmem acaba?

Geliyoruz.

Lâl ve ben.
Büyürken.

Read more...

Yazlık akşamları

24 Ağustos 2010

Parkın karşısındaki iskeleden tınısı yayılan ses hadi gel bu tarafa, biraz konuşalım seninle dedi.

Gittik…

Taş masalara oturmamı buyurdu o ses.

Sahi kaç sene olmuştu buraya oturmayalı?

Bizimki kendine boyu boyuna bir arkadaş buldu. O masada ben, kızım ve arkadaşı oturuduk.

Masadaki izlerimiz silinmiş. Kimbilir kaç defa boyandı o masalar yeni yazlıkçılara cillop gibi görünmek için.

Kızlar kikirdeşti... Ben masada bıraktıklarıma hayıflandım.

İki genç çocuk ellerinde gitarı sanki yeni yetmelere eskilerin şarkıların sevdirmeye çalışır gibi… En ön masada iki genç kız… belli kur yapıyorlar birbirlerine, gözleri hep o masada. Kızlar mahçup.

Bir arkadaşımın annesiyle karşılaştık sonra. Arkadaşım Londra’ya yerleşmiş, iki oğlu olmuş. Bizim ilk gençliğimizde annemle beraber bizi kolaçan etmek için bu sahilde bir gecede kaç tur attıklarını anlattı, gülüştük. Sonra ekledi, en güzel günlerimizmiş dedi, tek derdimiz o gece eve kaçta geleceğinizdi. Şimdi öyle mi ya? Soramadım fazlasını…

Zaten sorasım da gelmedi. Bizim gençler şunu çalmaya başladı, sustum.

Solumda voleybol sahası, ışıkları kapalı.

Anannesi Lâl’e anlatmış, teyzeni çıkaramazdık buradan, her yemek saati hepimizi tek tek sahaya getirir hadi dedirtmeden gelmezdi demiş. Şimdi bizimki diline dolamış, teyzem neden gelmezdi yemeğe, dedem ne derdi ona? Yeter artık mı diyormuş, bla bla…

Kardeşlerimizin voleybol maçlarına iştirak ederdik biz. Eğer ki kardeşler aynı takımdaysa kanka olurduk da, ayrı takıma düştülerse bildiğin holigan. Tanımazdık birbirimizi. Kaç diz parçalandı o sahada, kaç pansuman yapıldı bilmem.

Bazı geceler de Palmiye’ye gidilirdi, popülerdi o zaman. İstanbul’dan oraya kalkıp gelen yüzlerce insan olurdu. Demek o zaman istanbul’da gece kulübü mü yokmuş ne? Bir arkadaşımızın annesi eve geciken kızını ararken yüzme havuzuna düşmüştü bir seferinde de, çok gülmüştük : ) O günlerde gülmek için sebep aramaya da gerek yoktu ya…

Ve gece mutlaka o marketin basamaklarında son bulurdu. Önce eve uğranır döndüğümüzün bilgisi verilirdi. Zavallı annem bahçede yarı uyur bizi karşılardı. Ve hep o replik, değişmeyen... annecim lütfen bak döndük biraz daha şu köşedeki basamaklarda oturalım lütfen lütfen lütfen…. Sohbet hiç bitmezdi, hep anlatacak birşeyler vardı…

Saat ilerledi, kızların dostlukları pekişti.

Yarın görüşürüz diye ayrıldılar birbirlerinden… kaç veda daha yaşarlar ki orada, ya da kaç kavuşma?

Read more...

Kendisi yoktu ama konu hep oydu.

16 Ağustos 2010

Kapı zili henüz dinglemiş ve donglamasına fırsat kalmadan sonuna kadar açılmıştı. Misafir olarak iştirak ettiğiniz bir evin kapısında içeride sizi bekleyen insanlarla o ilk an gözgöze gelememek insanda yanlış kata çıkmış ve yanlış zile basmış hissi uyandırıyor. Oysa ki simaların hepsi tanıdık, gayet doğru yerdeyiz. Ama onların gözü bizde değil.


O gözler yerden yaklaşık 98 cm. yükseklikte yer fıstığının boy hizasına bakmakta… Bakışlar yukarı kayar, soran gözlerle bakarlar… Cılız bir [yok] diyebilirsin… Hadi canım derler, merdivenlere saklandı öyleyse… Bütün kafalar eğilir, vücutlar kapıdan yarım çıkarılmak suretiyle basamaklara döner… Bu sefer daha güçlü bir [Yok, getiremedik] demek zorundasındır.

Oysa ben sadece rahat bir uyuku uyuyabilecek olmanın ihtimaliyle kafamı yastığa koyacağım anın ne kadar değerli olacağını düşünmüştüm yol boyunca. Evin içindeki kalabalık sanki büyük bir suç işlemişsin gibi bakarlar öylece… Kısa bir gerginlik arkasından tühler, vahlar ile başlayan cümleler havada uçuşur…

İlk defa ve seneler sonra büyük bir aile yemeğine O’nsuz katılmanın ezikliği, biz aslında ikimiz bir hiçmişiz gibi, beklentiler suya düşmüş, anne şaşkına dönmüş öylece kalakalırsın.

Bu büyük kalabalığı hayalkırıklığına uğrattığın için suçlusun Gökşen.

Bugünlerde içi iyi temizlenmemiş bir akvaryumu andıran bu şehirde bizler rutubetten soluk alamıyorken, kızını muhafaza edemedin isilik dökmesine sebep oldun diye de sen suçlusun.

Geceleri vücudunu yolarcasına kaşıyan, bütün vücudunu yol yol tırnaklamış kızını rahat etmesi için anannesine yazlığa götürdün diye de sen suçlusun.

Yazlıkta rahat edeceğini düşündün öyle mi? Sabahın ilk ışıklarına kadar gözünü kırpmadan kızının başında durup onu kaşıntısından nasıl kurtaracağını da hesaplamamıştın dimi, yine suçlusun Gökşen.

Sabahın beşinde huzursuzluğu tavan yapıp, mahalleyi ayağa kaldıran kızını sakinleştiremedin mi yoksa? Halbuki duşa soktun, losyonunu sürdün, üç sefer pijamasını değiştirdin, kaşıdın, sakinleştirdin… Izdırabını hafifletmek için gecenin üçünde kucağında bir çocukla deniz kenarına kadar indiniz öyle mi? Bir gecede üç oda, sekiz uyuku pozisyonu değiştirmişsin, yine kâr etmedi değil mi? Olmadı Gökşen.

Pardon duyamadım, küçük bir detayı mı unutmuşsun? Dün gece ilk değil miydi? Son üç gecede sahi kaç saat uyumuştun? Duyamadım? Beş-altı saat falan mı? Olmaz ki sen formdan da düşmüşsün. Kızın henüz bebekken kaç gece üstü üste uyumadan geçiriyordun hatırlasana. İnsan çabuk unutuyor dimi, bünye civa gibi rahata alışmış Gökşen. Hemen hizaya gelmelisin.

Pek tabi aile yemeğine yazlıktan istanbul’a getirebilirdin onu Gökşen. Yemeğinizi yer, geç saatte yazlığa döner, sabah işe gitmek için kargaların kahvaltı saatinde yola çıkar, haftaya zımba gibi uyukunu almış, dinlenmiş bedeninle başlayabilirdin. Ama yapmadın.

Şimdi gecenin üçünde oturmuş vicdan muhasebesi yapıyorsun öyle mi? Hani kafanı yastığa koyacağın o an için bunca vahlara tühlere maruz kalmıştın. O yastık şu an bağdaş kurduğun bacaklarının üzerinde laptopına sehpa vazifesi mi görüyor? O zaman suçlu sen değilsin ki Gökşen. Yastık. Evet, olsa olsa suçlu yastık.

Şimdi vur kafanı yastığa, mışıl mışıl uyu Gökşen.

Ramazan vesilesiyle bir de dipnot eklemeli bu yazıya…

dip: davulun sesi uzaktan…

Read more...

11 Ağustos 2010

Baba: Sen bizi hiç özlemedin galiba Lâlcim, gel yanıma biraz koklaşalım.

Lâl: Özlemez oluy muyum hiç babajım, bütün dünyalarda seni aradım ben yaaa!



Read more...

Var mı çözebilen?

29 Temmuz 2010


Derdini anlatacak kadar bir büyüse dedim
Sendelemeden yürüse, arkasında evliya çelebi gibi dolaştırmasa dedim
Bezden de kurtulursak tamamdır bu iş dedim
Dumanı üstünde yemeğe hasretim, kendi yemeğini yiyebilse artık dedim
Ne olurdu sabahları ben işe gidiyorken paçama sarılmasa, beni el sallayarak uğurlasa dedim
İki yaş sendromunu atlatırsak hayat daha kolay olacak dedim

Zaman akıyor işte… büyüyor…

Biliyorum bu inatlaşmaları da geçecek…

Gün gelecek inatlaşması yerini özgüven-kimlik arayışı gibi kavramlara bırakacak.

Ergenlik mi diyeceğiz biz buna?

Belki o güne kadar davranış bilimciler farklı bir isim bulacaklar buna… şöyle daha havalı… öyle ya rahmetli anannem ergenlik mi bilirdi sanki? Sanmam.

Bir varmış bir yokmuş gibi... Dondurasım var bu gece herşeyi.

Read more...

Sana değdiğinden beri ellerim…

21 Temmuz 2010

2006 senesinde bir yaz akşamı, Açıkhava’da onu dinliyorken tuttuğum dileğim nasıl kabul olduysa …

Dün akşam sen aynı sahnedeyken tuttuğum dileğimin de yine kabul olması dileğimle…

dip: yılların açıkhava sahnesine türbe muammelesi yaptığımın farkındayım ama hep tuttu, napiym :-)

Read more...

Ördek suya daldı

19 Temmuz 2010


Sabah uyandığında rüyasında tavşanları gördüğünü söylemiş. Toplamışlar tası tarağı doğru Darıca Hayvanat Bahçesine. Şans bu ya tavşanları doğaya bırakmışlar ve aramaları gerektiğini söylemişler. Sen üzülme demiş ananesi dedesi… buluruz… azmetmişler karış karış gezmişler… bulmuşlar tavşanları… Kucağına almış sevmiş, öpmüş… akşamüzeri ben gittiğimde ağzı bir karış açık uyuyordu… hissetti sanki başucunda onu izlediğimi… gözünü açmasıyla anlatmaya başlaması bir oldu… biliyoy musun dedem bizi havvanat baççesine götüydü… tavşanlayı dışayı bıyakmışlay ama dedemle ananem buldu benim için… miniiik bi tavşan bulduk, kucaama aldım onu… çok tatlıydı, miniiik bi ağzı vaydı… hem biliyoy musun tavşan Beşiktaşlıymış… tavşan takım mı tutuyormuş dedim. Eveeet siyak beyaz bi tavşandı annejim dedi. Babam görse çok mutlu oluydu dedi.


Yazlığa gitti ananne ve dedeyle… biz de hafta sonu yanına… elimden tuttuğu gibi sokağa çıkarttı beni… buyada lokmak tatlısı yiyebiliyis, buyadan mısıy alabiliyiz, buyadaki amca beni çok sevdi, bak koluma bi cici taktı… hem de taşlı göyüyoy musun senin gibi oldum ben dedi… buyadan kitap alabiliysin sıkılma sen dedi… çubuklu donduyma almak isteysen eydal amcadan alalım, külakta isteysen nanemin donduymacasına yüyümemiz lazım dedi… sanki kültür turundayız, bir ciddiyet bir ciddiyet bana etrafı anlatırken… ben de burada büyüdüm lal’cim dedim, senin gibi bahçede oyun oynadım, plajda denize girdim dedim… benim de çocuk olabileceğime inanmak istemedi... sen annesin, çocuk diilsin annejim diye azarladı ve sti atümü hatırlattı tekrar tekrar… sen annesin, sen annesin… yazlık dönüşü ilk iş yazlık bahçesinde çekilmiş birkaç kare fotoğraf bulup ikna etmeye çalışacağım.


Plajda ise geçen seneye göre çok farklıydı… oyuncaklarıyla oynamak isteyen çocuklara vurmadı. Oyuncaklarını paylaşmasına paylaştı da… paylaşılamayan bir suluk oldu, birbirlerinin elinden kapmak için yarıştılar… aykadaşım yütfen suluğumu veyiy misin diye peşinden dolaştı durdu bir çocukcağızın… Çocuk duymamamızlıktan gelip suluğu vermeyince kendince postaladı arkadaşını… seni annen meyak etmiştir sen şimdi git, annenden izin al sona yine geliysin tamam mıı diye yolladı çocuğu… anne de anne de tam… çocuğa 100 mt mesafeden göz kulak olabilmek için kartal gözüne sahip olması gerek, oysa ki gayet insan görünümündeydi :- ) tıııın durumları hat safhada kadında. Güneşle beraber döndü durdu şezlongunda…

Denize girme konusu geçen senekinden farksızdı. İsteksiz ve cesaretsiz… ikinci gün babasının gelmesiyle korkularını yendi… Ördek suya daldı zil çaldı oynayarak yavaş yavaş alıştırdı babası suya… Zil çaldı dedikten sonra zil çalma efekti de yapıyor dırrrrıııınnn diye nerden duyduysa onu, bizim kapı zilimiz gayet polifonik oysa ki… kollarını ayaklarını çırpıştırmaya başlamasıyla, babasının belinden destek olup Lal’i yüzdürmesiyle kendini yüzüyor sandı… herkes bana baksın ayşe lal yüzebiliyoooy diye bağırsa da etraftakiler pek ilgilenmediler haliyle… babajım sen bayıy mısın ayşe lal yüzebiliyoy herkes buyaya baksın dey misin diye zavallı koca kişisinin karizmasını ayaklar altına aldı. Aynı şeyi 3 yaşındaki bir çocuk söyleyince kimse bakmaz da neden kırk yaşındaki adam söyleyince herkes dönüp bakar halbuki hiç anlamadım :- )

Read more...

Seramonik hafta sonu

12 Temmuz 2010

Vahşi doğasından ötürü duyduğum sempatiyi yerle bir eden güney afrika’daki vuvuzela çılgınlığının bitişini kutladık bu hafta sonu.

Aman ne heyecan ne heyecan bizim evin erkek kişisinde.

Izgaralar kuruldu, renkli çarliston biberler temizlendi ayıklandı, etler kategorilerine ayrılarak biberlerle estetik bir uyum içinde ızgaraya dizildi.

Bunca yıllık evliliğimde hiç görmediğim çeviklikte masa kurmalar, çerez hazırlamalar, içecek servisleri…

Hatta öyle bi güven geldi ki kendine siz kızlar bu akşam dinlenin yemekler hazır olunca sesleneceğim diyerek sepetledi bile bizi.

Bunca zamandır izlediğim, ya da Lâl doğduktan sonra izlemeye yeltenip de izleyemediğim, ertesi gün dizi izleme sitelerinden takip ettiğim dizilerim için hiç böyle seramoniler yapmadım ben.

Sadece izlemek istediğim şeyi kesintisiz izleyebilmek gayet yeterli bir lüks oldu benim için.

Araya çiş girmeden, eldeki meyva yere dökülmeden, oyuncak atını salona sürüklemeden, koltukların üzerinde dolaştığı için onunla koltuk koltuk gezip önünde set oluşturmadan, saklambaç oynayıp da dizinin bir kısmını masa altında izlemek zorunda kalmadan bir şeyleri izleyemedim ben.

Vuvuzela çığırtısı eşliğinde yemeklerimizi beklerken biz mi ne yaptık?

Balkonumuzun keyfini sürüp, yıldızların altında kitaplarımızı okuduk. Varsın anne bir şey izleyemesin :-)


Read more...

Ta ta taaaam... Sonunda bu da oldu!

6 Temmuz 2010


Lâl: Annejim ben evlenmek istiyorum.
Anne: İçses (oldu canım) Hmm tabii ki kızım, ileride zamanı gelince evleneceksin tabii ki.
Lâl: Hayıy şimdi evlenijem.
Anne: Öyle mi? Peki damat kim?
Lâl: Damaaaaat… dayım olsun!
Anne: Dayılardan damat olmaz ki Lâl.
Lâl: Kim oluy damat?
Anne: İçses (bizim onaylayacağımız biri elbette) Buna ileride sen karar vereceksin.
Lâl: Ben yabanjı biyiyle evlenemem anne koykayım!
Anne: İçses (ha şunu bileydin) Ama sen onu tanıyacaksın, arkadaşlık edeceksin… yabancı olmayacak sana.
Lâl: Oymas anne yütfen dayım damat olsun.
Anne: Lâlcim dayın damat olamaz…
Lâl: Peki babam olsun damat hııı?
Anne: Nerden çıktı bu konu kızım, baban da olmaz diyceem ama...?? Hadi şakacıktan olsun bakalım…
Lâl: Yaşasın ben evleniyoyum anne, gelin oluyoyum… Ama olamaaaas!! tüh benim gelinliiim yok ki!

Read more...

Bir anlaşma yapsak?

29 Haziran 2010

Bu sabah ilk defa Lâl’den iki tane olduğunu hayal ettim. Aslında ilk defa demek yanlış olur.

Tabii ki daha önce de hayal ettim, ama hep zor anlarda kendime moral bulmak için gözümde canlandırdığım anlardı bunlar.

İki çocukla parka gitmek, iki çocuğa yemek yedirmek, iki çocuğu yıkamak, iki çocuğa masal okumak; biri pinokyo ister öbürü hansel’le gratel mesela… biri ak dese öbürü kara der. İşte bu zamanlarda hep içimden “better mı? beter mi” diye sordum kendime.

“Better” gökşen, sakin ol, derin bir nefes…

Bu sabah, kullandığım ilacın yan etkisi nedeniyle hallüsinasyon görmediysem, bir an yatağında iki çocuk var olduğunu gördüm resmen…

Lâl, abla.

Park yatağının fermuarlı kapısını cırt curt açarken sanki yanında bir arkadaşı/kardeşi vardı. Bıdır bıdır birşeyler anlatıyordu ona.

Oysaki bir gece önce beni zorla o fermuarlı kapıdan geçirip yatağına yatırmıştı. Lâl anne, ben bebek olmuştum.

[Bebeyim ben sana hemen süt getiyiyoyum, alaama sakın] diye odadan çıkarken nasıl da telaşlıydı…
[Annecim gitme korkuyorum] diye seslendim arkasından…
[Yütfen bebeyim biyaz sabyet, hemen ısıtıp geliyoyum tamam mı?]

O beni arkadaşı sanıyor. Çünkü ne sık sık görüşebildiği bir arkadaşı var, ne kardeşi…

Evin içinde kovalamaca anneyle oynanır, oyuncak mutfağında anneyle kek yapılır, minderlerin üzerinde anneyle zıplanır, anneyle puzzle yapılır, bebeklerin kıyafetleri anneyle beraber değiştirilir…

Tam da beni arkadaşı sanmasından hayıflanıp, kafamda evimize en yakın kreşleri düşünüyorken…

Bu sabah sanki bir kardeşi varmış gibi yanında biriyle konuşması bir işaret olabilir mi?

Peki, ben bu işareti değerlendireceğimi söylesem….

Ancak bir anlaşma yapsak?

Modelinin +2 yaş olması mümkün olur mu? Beni anlayan olur mu?

Read more...

Çok gizli bişey

28 Haziran 2010

Lâl: Annejim kulaana gizli bişey söyleyebiliy miyim?
Anne: hmm çok merak ettim Lâl'cim nedir acaba?
Lâl: Annejim sen bugün jıvıl jıvılsın biliyoyoy musun?

R e n g â r e n k bir hafta için bi tık :-)

Read more...

Daha Onyedi...

22 Haziran 2010

O güne dair yazacak çok şeyim vardı.

“Babajım biz bi takımız” diyerek babacığına kur yapan… esasen minicik bünyesinin altında ayrılmazlık temennisi barındıran kızım…

Bugün kelimelerim asılı kaldı. Belki sonra…

Zihnimde o anne… Al yanaklım diye uğurlarken oğlunu, sessiz…

Ve bu sabah… Henüz onyedisinde bir kız çocuğu.

Kimbilir ne telaşla çıktı evinden…

Belki uyanamamıştı, kahvaltı yapamamıştı. Servisi kaçırmaması için belki annesi sandviç hazırlamıştı.

Yolda yesin diye.

Kaçırmamak için alelacale koşturduğu servis ….

Şehrin ortasında...

Anne-baba şimdi kim bilir ne halde?

Düşünmeden edemiyorum… O kızın annesini ve diğer tüm anneleri düşünmeden edemiyorum.

Allahım aklımı ve kızımı koru.

Takımımızı bozma.

Read more...

Bir cumartesiden başka ne beklenir ki?

13 Haziran 2010

Bir termos, pötikare bir masa örtüsü ve mahalle fırınımızdan alınan sıcacık simitle başladık bu sabaha… Hadi dedik anneanneye, teyzeye… Oksijenimiz bol olsun bu hafta sonu dedik.



E bizim bücür yirmi günlüktü Polenezköy’de ilk pikniğini yaptığında, paşam alışmasın mıydı? Paşa dediğime bakmayın siz yine de…

Lâl bugün onu“Cevizim benim” diye sevdi.

Kız çocuklarına fıstık diye seslenilmesini garipsemediğimize göre Saner’de pekala Ceviz olabilirdi.


Yedik içtik, anneanneyle koştuk, teyzeyle zıpladık, anneyle çimlerde yuvarlandık. Ah bir de koştururken lisedeki matematik hocama rastlamayım mı? Dikkat ettim de hayat en fazla da bu sene eski tanıdıkları karşıma çıkarıyor. Her karşılaşma sonrası yılları hesap edeyim diye. Yaptım hesabımı yine ama iki elimin parmakları yetmeyince de pek bozuldum bu işe. Hiç değişmemişsin dedi bana ayrılırken… Gözlerimdeki “bir teselli ver” manalı bakışları okumuş olsa gerek, e tecrübeli ne de olsa sınav kağıdı okumaktan sebep.


Şimdi o karşımda artık sığmakta zorlandığı bebeklik yatağının içinde tavşanına gününü nasıl geçirdiğini anlatıyor. Cümleleri yarım, gözleri ha kapandı ha kapanacak. Onun gözüyle ve onun diliyle bugünün hikayesi şöyle:

Tavşanjık biliyoy musun bugün ben oymana gittim. Oymanda yavyu biy sinjap vaydı… veee alııyoydu… Küçük sinjap yeden alıyoysun diye soydum… meyeysem sinjap çok acıkmış. Ona simit veydim, su veydim. Vee biyden bi timsak geldi oyaya. Saney daha bebek o şok koykay timsaktan. Koykma saney ben seni koyuyjam…. Sincap biydeeen ağaca tıymandı… ama ben daha tıymanamam ki… düşebiliyim… biyden ayaaam kayabiliy… sonna doktoya gidebiliyiiz… anneannem şok üzülebiliiiiyy…. Annejim sıytımı kaşıy mısın yütfen?

Read more...

Bir sorum olacaktı?

11 Haziran 2010

Şarküteri yok denecek kadar az --> Pazardan pazara, sadece kahvaltıda

Kızartma yasak --> Neredeyse hiç yemeyiz

Fast food yasak --> Aaa doktor bey siz beni ne sandınız? Elbette ki whooperları hüpletmiyoruz.

Kırmızı et ölçülü ve haşlanarak yenecek --> Sadece ızgara yapıyoruz. Mangal falan işte.

Yasaklılar listesi uzayacaktı…

Taa ki bizim bücür “ama benim dedem bayyamolunda mangal yakacak bana, sujuk yapacak tamam mııığğ” diyip de doktoru kendine getirtene kadar.

Gelişme dönemindeymiş. Zaten kan sayımı da düşük çıkmış. Herşeyden yiyecekmiş ve kontrollü beslenecekmiş.

Peki, sorarım size doktor!

Bütün bunlara zaten doğaçlama uyum sağlarken bu kolesterol neden üst seviyede çıktı hııı?

Şimdi ben nasıl bir beslenme programı çıkartmalıyım?

Read more...

5 Haziran 2010

Ne zaman iki kadeh içsem höyküresim geliyor.
Kime?
İşte o en sevdiğime/sevdiklerimden birine.
Bunu okuyanlar buradan saptırılmış bir anlam çıkarabilir mi?
Çıkarabilir.
Kimin umurunda.
O şarkı çalmasaydı belki rolantide kalacaktım.
Ama çaldı.
Biz salyongoza bakmaya gittik.
O mahmur beste çaldı, biz ağlaştık.

Read more...

Saner'le Lâl-i haller

3 Haziran 2010

Lâl pişman
Lâl: Annejim saney yemek yiyemez dimi?
Anne: Yiyemez, o daha çok küçük. Saner sadece süt içebilir.
Lâl: Annejim senin buyanda süt vay mı?
Anne: !! hmm yok Lâl’cim. Sen bebekken içtin. Hem dişlerin çıktı büyüdün sen artık, yemek yiyebilirsin.
Lâl: Sütün bitti mi şimdi annejim?
Anne: Evet tatlım.
Lâl: Annejim keşke hepsini içmeseydim.


Lâl kıskanç
Anne: Lâl’cim bugün neden Saner’in kapısını üzerine kilitledin?
Lâl: Ikk mııkkk
Anne: Ama Lâl’cim o daha bebek. Acıktığını söylemiyor, parka gitmek istediğini söylemiyor. Bu yüzden biraz daha bakıma ihtiyacı var. Sen de öyleydin bebekken hatırlıyor musun?
Lâl: Annejim sen bilmiyoysun. Ben Saneyi hıysızlaydan, canavaylaydan koyumak için kitledim yaaa.
Anne: !!?


Lâl çocuk
Anne: Evet küçük hanım, nereniz ağrıyordu gösterebilir misiniz?
Lâl: Benim ateşim çıktı, biyas da öksüyüyoyum.
Saner’den dışses: ıngaaaa uvavavaaa
Anne: Aaa Saner ağlıyor Lâl’cim, bir gidip bakalım ne olmuş acaba?
Lâl: Anne duy, çok kakam geldi. Çabuk. Ay altıma yapıcam anne göymüyoy musun?
Anne: !!?

Lâl abla
Lâl: annecim ben aytık büyüdüm dimi?
Anne: Evet tatlım, tabii ki büyüdün.
Lâl: Ama Saney daha bebek.
Anne: hmm evet o daha bebek.
Lâl: Annejim o zaman ben Saney’i araba koltuğuna oturtucam ve vıııın diye gidicem.
Anne: hmm ama o kadar da büyümedin sen.
Lâl: Büyüdüm anne büyüdüm. Ben ablasıyım onun tamam mı anne?
Anne: !!?

Read more...

Peki ama neyim ben?

1 Haziran 2010

Geçen pazar babasıyla balkon yıkadıktan sonra...

Baba: Hadi annenden paspas iste de kurulayalım şuraları ayağın kaymasın.

Lâl: Anneeee bize paspas lasım.

Anne: Ama bizim paspasımız yok ki. Hava güzel nasılsa kurur. Babana böyle söylersin tamam mı kızım?

Lâl: [Erzak odasının kapısını hışımla açarak] Anne sen saf mısın? Görmüyor musun, işte burda paspas!

Anne: hııı !!?

Read more...

Cuma-ertesi

29 Mayıs 2010

Bugün bizim bücür babasıyla işe gitti.

Dün akşam toca kişisinin cılız bir sesle dilinden dökülen istersen yarın Lâl’i işe götüreyim teklifine henüz cümlesini bitirmeden Evet tabii, süper olur cevabını verirken maksadım tembelik yapmak değildi elbet.

Lâl’in çekmeceleri düzenlenecek, kullanmadığı binsekizyüz çeşit tokası kategorilerine ayrılacak, kışa girerken numune olarak botların arasında bıraktığım yazlık ayakkabımın yanına diğerleri transfer edilecek, değiştirmem gereken bir hediye için çarşı-Pazar yapılacak, bu yaz için seyahat alternatifleri ve maliyetleri toca kişisine tablo halinde sunulacak ve en fazla vakit alan etkinlik; kuaföre gidilip tekrar sarışın olunacak.

Peki ben ne yapıyorum?

Saat 12:50 itibariyle hala pijamalarımla oturuyorum. Sağ yanımda tv kumandası, sol yanımda geçen ayın dergileri, kucağımda laptop ve elimde kahve fincanımla cambazlık yapıyorum. Uzun yıllar sonra yurt dışından memleketine dönen gurbetçiler gibi evin her bir odasına giriyor, şaşkın bakınıyorum.

İşleri planlamanın kendimi planlamadan daha kolay bir iş olduğuna kanaat getirdim bugün. Öyle ya işte olsam bu saate kadar dünyanın işini hallederdim.

Nicedir unuttuğum Cuma-ertesi miskinliğimi akışına bırakacağım bugün. Hele bir de akşama baba-kız beni yemeğe çıkarsalar, şöyle bahçeli ılık esen bir yere, tadından yenmez olurdu. Bakalım akşam ola hayrola.

Read more...

Unutkandım tamam da...

26 Mayıs 2010

Evdeki bir duvarın ölçüsünü alacağım… tam 10 gündür.

1.gün: hay Allah nereye koymuştuk metreyi?

2.gün: tocacııııım. Metre nerde olabilir?

3. gün: hah buldum. Lâl uyusun da sonra alırım ölçüyü.

4. gün: tamamen unuttum

5.gün: aa ölçü alacaktım, hemen aklımdayken halledeyim.

Dipnot: yine unuttum

6. gün: bugün kesin alınacak bu ölçü. Lâl’in uyumasını beklemeyim en iyisi… aa dur kızım o oyuncak değil ki… hem bak serttir onun kenarları elini keser. Ay lütfen Lâl senin boyunu odandaki zürafada ölçeriz hem. Bırak da halledeyim şu işimi. Hah baban geldi. Ona söyleyim de ucundan tutsun bari. Lâl çekiştirme şu metreyi….

Dipnot: tocanın gelmesiyle kaybedilen bir gün daha

7.gün: Hazır uyumuşken ölçeyim… hmmmm Xm Xcm miş. Kağıt kalem bulayım… hay aksi nerde bizim not kağıtları? Neyse ölçü kolaydı aklımda tutarım ben.

8. gün: kaçtı duvarın uzunluğu yahu? Pooof akşama tekrar ölçeyim, telefonuma da bir hatırlatma yazayım…

Dipnot: Lâl’in uyuku saatine denk geldiği için asap bozan hatırlatma sesinin ertelenmesiyle kaybedilen bir gün daha.

9.gün: Kağıt-kalem tamam, metre burada. Basınç ayarları da tamam. Ölçebilirm. Aa sahi X m Xcm di. Ne de kolaymış, nasıl unutmuşum. Neyse not da aldım. Çantama da koyayım.

10.gün: Çanta çanta değil ki, dipsiz kuyu... nerdeydi bu not bulamıyorum.

11. gün (bugün): Bu konuya ara verdim şimdilik. Tüm parametreler uygun zamanda bir araya geldiğinde tekrar gündemime alacağım.


Read more...