Bir garip mutluluk... Ankara...
27 Ağustos 2010
Bir haftadır bu akşamı bekliyor…
Her sabah uyandığında haftasonu oldu mu diye soruyor.
Haftasonu demek anne evde demek ya…
Ama bu sefer farklı bir haftasonuna giriyoruz…
İlk defa düğün dernek telaşı olmadan, neresini sevdiğimi hala çözemediğim o toprağa gidiyoruz.
Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağışlı Ankara.
Ama olsun, dedim ya seviyorum ben bu şehri.
Dili olsa da bi anlatsa diyorum…
Güne erken başlayıp takacağız omzumuza sırt çantamızı.
Kaleye götüreceğim onu… tarih kokan dar sokaklarına…
Çıkrıkçılar yokuşuna gideriz sonra, pek sever alları morları…
Vitrindeki rüküş kıyatlere bakıp güleriz dimi? Seversin sen rüküşü, büyüyünce sana onlardan mutlaka almamı tembih edersin biliyorum ben.
Yorulunca Çengel Han’da bir mola iyidir, ben karınca batmaz kahvemi içerken sana da büyük bir bardak limonata, ne dersin?
Sonraki gün Tunalı’ya çıkarız. Deden götürürdü bizi küçükken. Kuğulara simit, ekmek verirdik. Üniversite yıllarımda Kuğulu park içinde barındırdığı Kıtır(doğru mu hatırlıyorum acaba?) Pub’dan ötürü uğrak yerimiz olmuştu. Okul servisini kaçırıp, ya da bilerek kaçırmak isteyip, kaç akşam takılmışlığımız vardır orada. Anlatacağım... Hepsini…
Tunalı’ya kadar gidip Tivoli’de bir pizza yeriz artık dimi? Hala duruyor mudur acaba? Tivoli’nin alt katında bir yerde spor salonu mu vardı, dans okulu muydu yoksa emin olamadım. Annenin orada Tango’ya giriş yapmışlığı da vardır. Hani bazen sen müzik duyup da kıpırdanmaya başladığında diyoruz ya, bu kız kime çekti acaba diye. Bana çekmediğini söyleyebiliriz bak, zira ben dans konusunda pek başarılı olamamıştım…
Anıtkabir’i de atlamamak gerekir. Aslanlı yolda yürürüz elele… Savaş arabalarını anlatmaktan yana pek hevesim yok ya… Belki Zafer Bayramı nedeniyle özel bir gösteri olur, ellerimizde bayraklar korteje katılırız belki…
Okuluma da gideriz zaman kalırsa, ister misin? Ben çok isterim biliyor musun? Seninle elele kampüste dolaşmayı çok isterim. Erkan Hoca’ma götürürüm belki seni. Beni Java’dan geçirmesi için nasıl odasının kapısında yattığımı anlatacaktır sana eminim.
Sonra o tepeye gideriz. Göl manzaralı olan tepe.
Hani bizim kızlarla her bunalım dönemimizde, elimizde şarap şişelerimiz ve kadehlerimizle kendimizi gün batımına bıraktığımız, kimi zaman gülmekten kimi zaman kahrımızdan ağladığımız o tepe. Ama hep o şarkı teypte. Bizim kızlar dedim ya sana… sen tanımadın tatlım onları. O günleri orada bıraktık, şimdi aynı şehrin sınırları içinde uzağız birbirimize, o yüzden tanımadın. Ama istersen onları da anlatırım…
Oflarımı ohlara dönüştüren şehir, bu yüzden mi seni sevmem acaba?
Geliyoruz.
Lâl ve ben.
Büyürken.